9 Eylül 2015 Çarşamba

KALİMERA


Herkes uykunun davetkâr çağrısına karşı koyamayıp, onunla randevularına yetişmek üzere kamaralarına iniyor. Bense bu davette kendime yer bulamamış, uykunun uzaktan el sallayarak diğerlerine ev sahipliği yapmak üzere gidişini seyrediyorum. Kimin umurunda? Yanımızdan geçen bir balıkçı teknesinden aldığımız, denizden yeni çıkmış, henüz canlı balıkları kızartıp yanına salata ve rakıyla yenen yemeğin tatlı sarhoşluğu hala üzerimde. Teknenin en önüne yanıma “yolluk” bir rakı alarak gidip uzanıyorum. Ne yolu, nereye yolculuk bilmiyorum.

Üzerimi örten gecenin ipeksi karanlığında binlerce yıldız benimle cilveleşircesine göz kırpıyor. Tekne, içindekilere ninni söylercesine hafif hafif sallanıyor. Her tarafımı saran siyahi sonsuzluğun içinde hem yapayalnız hem de evrenle bütün olduğumu hissediyorum. Öyle bir battaniye ki bu, insanı sımsıkı sarıyor, ısıtıyor, içine alıp kendisinde eritiyor. Varlığım geceyle bütünleşmiş, yıldızlardan biriyim. İnanılmaz bir huzur duygusu kaplıyor içimi. Bu gökyüzünün dünyanın her yerinden aynı göründüğünü, yıldızların aynı parladığını düşündükçe ruhumda sınırlar kalkıyor, evrenle bütün olduğum duygusu ruhumda iz bırakmış tüm anıları, acıları yıkayıp temizliyor. Çıt yok. Sadece sallanan teknelerin direklerinin çıkardığı hafif çıtırtılar denizin sessiz türküsüne katılıyor. Huşu içinde kendimden geçmiş, bu duygunun içinde yok olmak, bu andan hiç ayrılmamak istiyorum.

Kalymnos’a demirlemiştik. Bodrum’dan tekneyle yaklaşık bir buçuk – iki saatlik uzaklıkta olan bu Yunan adasına vardığımızda, koya girerken, bir tepenin üzerine yapılmış bembeyaz boyalı, küçücük kilise dikkatimi çekmişti. Hiçbir özelliği olmayan, yuvarlak kubbesinin üzerine konan hacıyla – hilal olsa cami de denebilecek – bu bina, nedense sadeliği ve iddiasızlığıyla bir Tanrı evinden ziyade tüm insanlığı kucaklayan sıcacık bir ana kucağı gibi gelmişti bana.  İçimde kabaran huzur duygusuyla – belki de o anda kendimi Tanrıya yakın hissettiğimden – o kiliseyi arıyor gözlerim. Karanlığın içinde beyaz boyasıyla hayal meyal seçilebilen bu kilise, gündüz ışığında yansıttığı sıcaklıktan bir nebze kaybetmiş, yalnızlığın hüznünü bürünmüş gibi geldi. Kollarını açıp beklediği çocukları mı gelmemişti? Boş kalmış kollarının hüznü mü çökmüştü kubbesine? Üzülme, ben geldim.

Sallanan teknenin ninnisinde, sessiz denizin türküsünde çocukluğumun Atina sokakları belirdi yavaş yavaş.

-       Manos, at topu amaa. Biz de oynamak istiyoruz.
-       Siz kızsınız, golü tutmazsınız. Biz Peter’le oynayacağız.  Siz bebeklerinizle oynayın.
-       Ne demek golü tutamazsınız? Öyle bir tutarız ki sen bile şaşarsın. Değil mi Andrea?,   diye sinirli sinirli cevap verdi Helena.

Babamın işi gereği Atina’da taşındığımız mahallede komşunun çocuklarıydı Manos ve Helena. Manos on iki yaşında ağabey, Helenaysa ondan iki yaş küçük kızkardeşti. Andrea ve Peter de bizim gibi oraya taşınmış Alman bir ailenin çocuklarıydı.  Onların yaşı Manos ve Helena’ya yakındı. Ben mi, daha altı yaşındaydım. Erkekler onlarla oynamamdan hoşlanmazlar ama kızlar bana sahip çıkardı. Genellikle oynadıkları top oyunlarında kenardan seyreder, Helena’nın arada bana mahsusçuktan yavaşça attığı toplarla ara sıra oyuna katılırdım. Evcilik oynandığında, Helena ve Andrea anne baba rolünü değiş tokuş etseler de ben her zaman evin çocuğu olurdum. Özellikle anne olmak isterdim ama izin vermezlerdi. Bazen öfkeden ağlar, onlar da gerçekten çocuklarıymışım gibi beni teselli etmeye çalışırlardı oyunun içinde. Türkiye’ye döndüğümüzde, evcilik oyunlarında bir daha hiç çocuk olmadım.

En çok ailelerimizle birlikte toplandığımız geceleri severdim. Babalarımız aynı işyerinde çalışıyordu. Birinin evinde yapılan yemeklerde çocuklara sonsuz izin verilir, evin annesinin ortaya döktüğü kıyafetlerle giyinir, tepinerek dans ederdik. Yaş farkının en aza indiği zamanlardı. Yaz aylarında anne babalar bizi bırakıp terasa çıkar – tüm evlerin terası ya da balkonu vardı – kış aylarındaysa yemek sofrasında sohbete devam eder salonun geri kalanını bize bırakırlardı. Ne bağrışmamızdan, ne müziğimizden azarlandığımızı hatırlamıyorum. Sanıyorum özellikle annem ve Alman anne Maria, memleketlerinden uzak bu yabancı ülkede çocuklarının yalnızlık hissetmemesinden mutluydular. Yunanlı çocukların annesi Anjelika çok güzel ve yumuşak bir kadındı. Uzun boyu, simsiyah uzun saçları, iri, kara gözleriyle bana kraliçe gibi görünürdü. Özellikle onlarda toplandığımızda, onun giysilerini giymekten, ona benzemeye çalışmaktan hoşlanırdım.

Bu üç farklı ülkeden gelmiş aile aralarında İngilizce anlaşırdı. Annemin İngilizcesi iyiydi, Anjelika ve Maria da dertlerini anlatacak kadar biliyorlardı İngilizceyi.  Biz çocuklarsa, çocukluğun verdiği bir kıvraklıkla öğrendiğimiz çat pat Yunancayla konuşurduk. Babam çok üzülmüştü sonraları, orada öğrendiğim Yunancayı unuttuğum için. Çabuk geldiği gibi çabucak da gitmişti demek ki. Her neyse, anlaşamamazlık diye bir şey olmazdı. Belki de saf çocuk yüreklerimizle anlaşmak istediğimizden, hiç sorun olmadı bilmediğimiz kelimeler. Bu üç kadın ve biz çocuklar ayrılmaz olmuştuk. Anneler çarşıya beraber çıkar, kahvelerini birbirinin evinde içer, her hafta birinin evinde karılı kocalı, çoluklu çocuklu yemeklerde buluşulurdu. Bu yemeklerde anneler, belki de memleket hasretiyle kendi ülkelerine özgü yemekleri özenle hazırlar ve gururla diğerlerine sunardı. . Maria bugün hâlâ lezzetlerini damağımda hissettiğim harika pastalar, tatlılar yapardı. Yemeklerini sevmezdim fazla ama yemekten sonra çıkaracağı tatlıyı heyecanla beklerdim. Her birimizin doğum gününde pastayı yapmak işi Maria’nındı.  O zamanlar hazır pasta alma âdeti yoktu. Her üç kültürde de pastayı evde yapmak makbuldü.

Türk ve Yunan mutfağı birbirine benzediği için zaman zaman Anjelika ve annem o yemeği kimin kimden çaldığı konusunda tatlı tatlı atışırlar ama tartışmanın sonucunda hiçbir değişiklik olmaz, herkes kendi bildiğinden şaşmazdı. Anladığımdan değil, annem anlatmıştı sonraları. Hatta bir seferinde annem, Türkiye dönüşü memleketi Ula’dan getirdiği patlıcanlarla oraların meşhur yemeklerinden Yağlı Padılcan yapmış da ortalık iyice alevlenmiş… Domates sosunun içinde yatmış bembeyaz patlıcanların üzerinde az bir kıyma ve inci taneleri gibi bütün, ezilmemiş, doğranmamış  sarımsaklarla bezenmiş yemeği sofraya getirdiğinde gururla,
-       Bu bizim oraların yemeğidir, yağlı padılcan deriz, demiş.
-       Bu bildiğimiz musakka yahu, bizim buraların yemeğidir, diye atılmış Anjelika. Patlıcanları biraz farklı doğramışsınız o kadar.
-       Musakka bizde de yapılır ama bu farklı. Patlıcanı bize özel.
-       Patlıcan patlıcandır. Nesi özel ?
Alman mutfağında kullanılmadığından, patlıcan konusunda sıfır bilgiye sahip olan Maria şaşkın şaşkın bu atışmayı izliyormuş. O da “patlıcan patlıcandır “ diye düşünüp Anjelika’nın tarafını tutmuştur eminim. Ne bilsin Ula patlıcanı diye bir şey olduğunu!
-       Ula patlıcanı incedir, normal patlıcana göre nispeten küçüktür. Bütün kullanabilirsin. Tadı da çok acı değildir, hafif tatlımsıdır.

Gerçekten de annem yağlı patlıcan yaptığında patlıcanları göbeğinden ikiye kesip bütün bırakır. Çocukken fazla sevmediğim bu yemek, lezzetini anladığım yaşa geldiğimden beri en favori yemeklerimdendir.

-       E canım, şekli farklı olsa da içerik aynı. Kıymasını da daha az koyuyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Mis gibi de sarımsak kokuyor. İştah açıcı, diyerek yemek için sabırsızlığını ifade etmiş.
Annem hala bu tartışmanın net galibi olamamış olmanın verdiği bir hınçla olacak, anlatmaya devam etmiş.
-       Öyledir. Önce kokusu gelir insanın burnuna. Buram buram bir sarımsak kokusu.
-       Sarımsağın bu kadar çekici bir kokusu olduğunu ben de burada öğrendim, demiş Maria.
-        Öyle bildiğin sıradan bir sarımsak kokusu değil, patlıcanın acısıyla karışmış, kendine has bir koku. Zaten sarımsak pezevengidir bu yemeğin. ( bunu gerçekten dedi mi ya da nasıl dedi bilmiyorum, bana anlatırken heyecan içinde eklemiş olabilir)  Sanki patlıcanla lezzet mücadelesine girmiş de zafer kazanmış komutan edasında işveli işveli salınır patlıcanların üzerinde.
-       Komutana da benzettin ya, âlemsin ama doğru, sarımsak alır götürür yemeği, diyerek bir kahkaha atmış Anjelika.
-        Öyledir valla. Eh! Yaklaşık on-on beş dişle girdiğini düşünürsek bu mücadeleye, yedi-sekiz askerle savaşan patlıcanın şansı azdır bu savaşta. Gene de öldürdüğü askerlerin acısını bırakıverir kan rengi domates sosunun içine. Sarımsakla kol kola oluşturdukları bu rahiyaya çiçekler gibi süsleyen kıyma da eklenince bambaşka bir şey olur. Ne musakkaya benzer, ne de başka bir şeye, diyerek zafer kazanmış bir edayla noktalamış konuşmasını.

Annemin dediğine göre, Maria kendini tutamamış alkışlamış annemi. Anjelika da bu kadar şairane bir anlatım karşısında pes etmiş. Afiyet ve iştahla yemişler yağlı padılcanı.

Annemin bunu her anlatışında sımsıcak bir sevgi ve derin bir dostluk hissederim. Dünyayı sınırsızca birleştiren bu sonsuz gökyüzünün altında aynı sıcak sevgiyi ve insanlığın bütünlüğünü hissediyorum. O anda benimle aynı anda, aynı duyguları paylaşan milyonlarca insan olduğuna inanıyorum.  Belki de bana göz kırpan yıldızlar, kendi dillerince bana “merhaba” diyen insanlar. Aralarında çocukluğumun arkadaşlarının da olduğuna inandığım bu yıldız insanlara doğru rakı bardağımı kaldırıyorum. Bedenimi, ruhumu saran bu sevgiyle yıkanıyorum. Gökyüzünü gece gece çiçekler gibi bezeyen yıldızların her birine ayrı ayrı sesleniyorum. Biliyorum, yüreğinde insan sevgisi barındıran herkes beni duyuyor. Ancak ruhun en derininde hissedilebilen bu ateşin hepimizi birbirine kopmaz bir dostluk bağıyla bağladığını iliklerime kadar duyumsuyorum.
-       Selam olsun herkese. Kalimera !


2 yorum:

Sinan dedi ki...

Yazıyı zevkle okudum.
Akşam annemden patlıcan yemeği yapmasını rica edeceğim :)
Sevgiler

Yasemin Pforr dedi ki...

Sevil Bayer Yasemin Hanımcığım, nedense bu sefer bloğunuza yorum yapmayı beceremedim. Ben de buradan yorumlayacağım.
Yazınızı okurken kendi çocukluğuma gittim. Oturma odamızdaki masamızın altında, Hermine Hanım teyzenin çocukları ile oynadığım oyunlar geldi aklıma. O huzurlu komşulukları, siz de çocukluğunuzda Yunanistan'da yaşamışsınız. O güzel günlere özlemim çok fazla. Huzuru çok özledik. Dosta güvenmeyi çok özledik.
Bu harika yazınız için size teşekkür ediyor ve izninizle paylaşıyorum.