Herkes uykunun davetkâr çağrısına karşı koyamayıp, onunla
randevularına yetişmek üzere kamaralarına iniyor. Bense bu davette kendime yer
bulamamış, uykunun uzaktan el sallayarak diğerlerine ev sahipliği yapmak üzere
gidişini seyrediyorum. Kimin umurunda? Yanımızdan geçen bir balıkçı teknesinden
aldığımız, denizden yeni çıkmış, henüz canlı balıkları kızartıp yanına salata
ve rakıyla yenen yemeğin tatlı sarhoşluğu hala üzerimde. Teknenin en önüne
yanıma “yolluk” bir rakı alarak gidip uzanıyorum. Ne yolu, nereye yolculuk
bilmiyorum.
Üzerimi örten gecenin ipeksi karanlığında binlerce yıldız
benimle cilveleşircesine göz kırpıyor. Tekne, içindekilere ninni söylercesine
hafif hafif sallanıyor. Her tarafımı saran siyahi sonsuzluğun içinde hem
yapayalnız hem de evrenle bütün olduğumu hissediyorum. Öyle bir battaniye ki
bu, insanı sımsıkı sarıyor, ısıtıyor, içine alıp kendisinde eritiyor. Varlığım
geceyle bütünleşmiş, yıldızlardan biriyim. İnanılmaz bir huzur duygusu kaplıyor
içimi. Bu gökyüzünün dünyanın her yerinden aynı göründüğünü, yıldızların aynı
parladığını düşündükçe ruhumda sınırlar kalkıyor, evrenle bütün olduğum duygusu
ruhumda iz bırakmış tüm anıları, acıları yıkayıp temizliyor. Çıt yok. Sadece
sallanan teknelerin direklerinin çıkardığı hafif çıtırtılar denizin sessiz türküsüne
katılıyor. Huşu içinde kendimden geçmiş, bu duygunun içinde yok olmak, bu andan
hiç ayrılmamak istiyorum.
Kalymnos’a demirlemiştik. Bodrum’dan tekneyle yaklaşık bir
buçuk – iki saatlik uzaklıkta olan bu Yunan adasına vardığımızda, koya
girerken, bir tepenin üzerine yapılmış bembeyaz boyalı, küçücük kilise
dikkatimi çekmişti. Hiçbir özelliği olmayan, yuvarlak kubbesinin üzerine konan
hacıyla – hilal olsa cami de denebilecek – bu bina, nedense sadeliği ve
iddiasızlığıyla bir Tanrı evinden ziyade tüm insanlığı kucaklayan sıcacık bir
ana kucağı gibi gelmişti bana. İçimde
kabaran huzur duygusuyla – belki de o anda kendimi Tanrıya yakın hissettiğimden
– o kiliseyi arıyor gözlerim. Karanlığın içinde beyaz boyasıyla hayal meyal
seçilebilen bu kilise, gündüz ışığında yansıttığı sıcaklıktan bir nebze
kaybetmiş, yalnızlığın hüznünü bürünmüş gibi geldi. Kollarını açıp beklediği
çocukları mı gelmemişti? Boş kalmış kollarının hüznü mü çökmüştü kubbesine?
Üzülme, ben geldim.
Sallanan teknenin ninnisinde, sessiz denizin türküsünde çocukluğumun
Atina sokakları belirdi yavaş yavaş.
-
Manos, at topu amaa. Biz de oynamak istiyoruz.
-
Siz kızsınız, golü tutmazsınız. Biz Peter’le
oynayacağız. Siz bebeklerinizle oynayın.
-
Ne demek golü tutamazsınız? Öyle bir tutarız ki
sen bile şaşarsın. Değil mi Andrea?, diye
sinirli sinirli cevap verdi Helena.
Babamın işi gereği Atina’da taşındığımız mahallede komşunun
çocuklarıydı Manos ve Helena. Manos on iki yaşında ağabey, Helenaysa ondan iki
yaş küçük kızkardeşti. Andrea ve Peter de bizim gibi oraya taşınmış Alman bir
ailenin çocuklarıydı. Onların yaşı Manos
ve Helena’ya yakındı. Ben mi, daha altı yaşındaydım. Erkekler onlarla
oynamamdan hoşlanmazlar ama kızlar bana sahip çıkardı. Genellikle oynadıkları
top oyunlarında kenardan seyreder, Helena’nın arada bana mahsusçuktan yavaşça
attığı toplarla ara sıra oyuna katılırdım. Evcilik oynandığında, Helena ve
Andrea anne baba rolünü değiş tokuş etseler de ben her zaman evin çocuğu
olurdum. Özellikle anne olmak isterdim ama izin vermezlerdi. Bazen öfkeden
ağlar, onlar da gerçekten çocuklarıymışım gibi beni teselli etmeye çalışırlardı
oyunun içinde. Türkiye’ye döndüğümüzde, evcilik oyunlarında bir daha hiç çocuk
olmadım.
En çok ailelerimizle birlikte toplandığımız geceleri
severdim. Babalarımız aynı işyerinde çalışıyordu. Birinin evinde yapılan
yemeklerde çocuklara sonsuz izin verilir, evin annesinin ortaya döktüğü
kıyafetlerle giyinir, tepinerek dans ederdik. Yaş farkının en aza indiği zamanlardı.
Yaz aylarında anne babalar bizi bırakıp terasa çıkar – tüm evlerin terası ya da
balkonu vardı – kış aylarındaysa yemek sofrasında sohbete devam eder salonun
geri kalanını bize bırakırlardı. Ne bağrışmamızdan, ne müziğimizden
azarlandığımızı hatırlamıyorum. Sanıyorum özellikle annem ve Alman anne Maria,
memleketlerinden uzak bu yabancı ülkede çocuklarının yalnızlık hissetmemesinden
mutluydular. Yunanlı çocukların annesi Anjelika çok güzel ve yumuşak bir
kadındı. Uzun boyu, simsiyah uzun saçları, iri, kara gözleriyle bana kraliçe
gibi görünürdü. Özellikle onlarda toplandığımızda, onun giysilerini giymekten,
ona benzemeye çalışmaktan hoşlanırdım.
Bu üç farklı ülkeden gelmiş aile aralarında İngilizce
anlaşırdı. Annemin İngilizcesi iyiydi, Anjelika ve Maria da dertlerini anlatacak
kadar biliyorlardı İngilizceyi. Biz
çocuklarsa, çocukluğun verdiği bir kıvraklıkla öğrendiğimiz çat pat Yunancayla
konuşurduk. Babam çok üzülmüştü sonraları, orada öğrendiğim Yunancayı unuttuğum
için. Çabuk geldiği gibi çabucak da gitmişti demek ki. Her neyse, anlaşamamazlık
diye bir şey olmazdı. Belki de saf çocuk yüreklerimizle anlaşmak istediğimizden,
hiç sorun olmadı bilmediğimiz kelimeler. Bu üç kadın ve biz çocuklar ayrılmaz
olmuştuk. Anneler çarşıya beraber çıkar, kahvelerini birbirinin evinde içer,
her hafta birinin evinde karılı kocalı, çoluklu çocuklu yemeklerde buluşulurdu.
Bu yemeklerde anneler, belki de memleket hasretiyle kendi ülkelerine özgü
yemekleri özenle hazırlar ve gururla diğerlerine sunardı. . Maria bugün hâlâ
lezzetlerini damağımda hissettiğim harika pastalar, tatlılar yapardı. Yemeklerini
sevmezdim fazla ama yemekten sonra çıkaracağı tatlıyı heyecanla beklerdim. Her
birimizin doğum gününde pastayı yapmak işi Maria’nındı. O zamanlar hazır pasta alma âdeti yoktu. Her
üç kültürde de pastayı evde yapmak makbuldü.
Türk ve Yunan mutfağı birbirine benzediği için zaman zaman
Anjelika ve annem o yemeği kimin kimden çaldığı konusunda tatlı tatlı atışırlar
ama tartışmanın sonucunda hiçbir değişiklik olmaz, herkes kendi bildiğinden
şaşmazdı. Anladığımdan değil, annem anlatmıştı sonraları. Hatta bir seferinde
annem, Türkiye dönüşü memleketi Ula’dan getirdiği patlıcanlarla oraların meşhur
yemeklerinden Yağlı Padılcan yapmış da ortalık iyice alevlenmiş… Domates
sosunun içinde yatmış bembeyaz patlıcanların üzerinde az bir kıyma ve inci
taneleri gibi bütün, ezilmemiş, doğranmamış sarımsaklarla bezenmiş yemeği sofraya
getirdiğinde gururla,
-
Bu bizim oraların yemeğidir, yağlı padılcan
deriz, demiş.
-
Bu bildiğimiz musakka yahu, bizim buraların
yemeğidir, diye atılmış Anjelika. Patlıcanları biraz farklı doğramışsınız o
kadar.
-
Musakka bizde de yapılır ama bu farklı.
Patlıcanı bize özel.
-
Patlıcan patlıcandır. Nesi özel ?
Alman mutfağında kullanılmadığından, patlıcan konusunda
sıfır bilgiye sahip olan Maria şaşkın şaşkın bu atışmayı izliyormuş. O da
“patlıcan patlıcandır “ diye düşünüp Anjelika’nın tarafını tutmuştur eminim. Ne
bilsin Ula patlıcanı diye bir şey olduğunu!
-
Ula patlıcanı incedir, normal patlıcana göre nispeten
küçüktür. Bütün kullanabilirsin. Tadı da çok acı değildir, hafif tatlımsıdır.
Gerçekten de annem yağlı patlıcan yaptığında patlıcanları
göbeğinden ikiye kesip bütün bırakır. Çocukken fazla sevmediğim bu yemek,
lezzetini anladığım yaşa geldiğimden beri en favori yemeklerimdendir.
-
E canım, şekli farklı olsa da içerik aynı.
Kıymasını da daha az koyuyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Mis gibi de sarımsak
kokuyor. İştah açıcı, diyerek yemek için sabırsızlığını ifade etmiş.
Annem hala bu tartışmanın net galibi olamamış olmanın
verdiği bir hınçla olacak, anlatmaya devam etmiş.
-
Öyledir. Önce kokusu gelir insanın burnuna.
Buram buram bir sarımsak kokusu.
-
Sarımsağın bu kadar çekici bir kokusu olduğunu
ben de burada öğrendim, demiş Maria.
-
Öyle
bildiğin sıradan bir sarımsak kokusu değil, patlıcanın acısıyla karışmış, kendine
has bir koku. Zaten sarımsak pezevengidir bu yemeğin. ( bunu gerçekten dedi mi
ya da nasıl dedi bilmiyorum, bana anlatırken heyecan içinde eklemiş
olabilir) Sanki patlıcanla lezzet
mücadelesine girmiş de zafer kazanmış komutan edasında işveli işveli salınır
patlıcanların üzerinde.
-
Komutana da benzettin ya, âlemsin ama doğru,
sarımsak alır götürür yemeği, diyerek bir kahkaha atmış Anjelika.
-
Öyledir
valla. Eh! Yaklaşık on-on beş dişle girdiğini düşünürsek bu mücadeleye,
yedi-sekiz askerle savaşan patlıcanın şansı azdır bu savaşta. Gene de öldürdüğü
askerlerin acısını bırakıverir kan rengi domates sosunun içine. Sarımsakla kol kola
oluşturdukları bu rahiyaya çiçekler gibi süsleyen kıyma da eklenince bambaşka
bir şey olur. Ne musakkaya benzer, ne de başka bir şeye, diyerek zafer kazanmış
bir edayla noktalamış konuşmasını.
Annemin dediğine göre, Maria kendini tutamamış alkışlamış
annemi. Anjelika da bu kadar şairane bir anlatım karşısında pes etmiş. Afiyet
ve iştahla yemişler yağlı padılcanı.
Annemin bunu her anlatışında sımsıcak bir sevgi ve derin bir
dostluk hissederim. Dünyayı sınırsızca birleştiren bu sonsuz gökyüzünün altında
aynı sıcak sevgiyi ve insanlığın bütünlüğünü hissediyorum. O anda benimle aynı
anda, aynı duyguları paylaşan milyonlarca insan olduğuna inanıyorum. Belki de bana göz kırpan yıldızlar, kendi
dillerince bana “merhaba” diyen insanlar. Aralarında çocukluğumun
arkadaşlarının da olduğuna inandığım bu yıldız insanlara doğru rakı bardağımı
kaldırıyorum. Bedenimi, ruhumu saran bu sevgiyle yıkanıyorum. Gökyüzünü gece
gece çiçekler gibi bezeyen yıldızların her birine ayrı ayrı sesleniyorum.
Biliyorum, yüreğinde insan sevgisi barındıran herkes beni duyuyor. Ancak ruhun
en derininde hissedilebilen bu ateşin hepimizi birbirine kopmaz bir dostluk
bağıyla bağladığını iliklerime kadar duyumsuyorum.
-
Selam olsun herkese. Kalimera !