Çok seversin sen çıkmaz sokakları. Eskiden tabela falan
da koymazlardı. Bilmeden girer, sokağın sonuna geldiğinde geri geri sürmek
zorunda kalırdın arabayı. Dar da olur bu sokaklar! Boynun dönebildiği kadar
geriye dönük, direksiyon hâkimiyetin zayıf, yalpalaya yalpalaya, dura kalka
dönerdin sokağın başına. Sokak uzunsa yandın! Ağrır da sonra o boyun. Hoş!
Şimdi tabela koyuyorlar da ne oluyor? Görüyor musun ki! Bodoslama dalıyorsun
sokağa, hiç sağa sola bakmadan. Bir keyif, aman sorma gitsin, kısa yolu buldum
diye diye sürüyorsun arabanı, ta ki karşına bir duvar çıkıncaya kadar. Kalıyor
musun orada öyle! Sana müstahak. Bir sinir, bir öfke! Kim koymuş bu duvarı
buraya? İnsan bir tabela koyup uyarır, değil mi? Var kızım var tabela, hem de
kocaman. Var da gören kim? Gördün de görmemezliğe geldin. Nedir bu inat? Bile
bile lades. Hayatla da böylesin sen! Hep çıkmaz sokaklardasın. Önüne dikilmiş
duvarları yıkıp geçme, kimsenin geçemediği yerlerden geçme inadın var senin.
Arabanın içinde, karşısındaki
duvara boş boş bakıyordu. Burası neresiydi, nasıl gelmişti buraya bilmiyordu.
Bir hışımla evden çıkmış, arabasına atlamış, deli deli sokaklarda sürmeye
başlamıştı. Öfkeden hâlâ göğsü inip kalkıyordu. Sanki acelesi varmış gibi önüne
çıkana hırsla korna çalmış, trafiğin sıkıştığı noktalarda, girebildiği ilk
sokağa dalıp o düğümü atlatmaya çalışmıştı. O sokaklardan biri olmalıydı. Dar
bir sokaktı. Yan yana dizilmiş, ahşap, eski tip cumbalı evlerden oluşuyordu.
Kimi yenilenmiş, yeni boyalarıyla pırıl parlıyor, kimi eski hüzünlerini
taşıyordu hâlâ üzerinde. Yüksek duvarla çevrilmiş bir ikisinin sadece çatısı ve
bahçesinden yükselen meyve ağaçları yüz veriyordu sokağa. Yolu asfaltlanmamış
olsa, yapıldığı zamanda asılı kalmış bir sokak gibiydi. Güzelim Arnavut
kaldırımlarını yok ediyorlardı. Yol üstüne park edilmiş son model arabalar
iyice daraltmıştı sokağı. Herkes illa kapısının önüne park ediyordu artık. Yol
yolluktan çıkmış, güzelliği gitmiş kimsenin umuru değildi. Hiçbir şey kimsenin
umurunda değildi.
Duvar yıkılmıyor ama sen yıkılıyorsun her seferinde.
Farkında mısın? Bir de beceremedikçe tırıs tırıs geri. Çok sinir bozucu! Boyun
fıtığı bile oldun bu yüzden. Hala anlamadın mı? Çıkmaz sokak yazıyorsa çıkmaz
sokaktır. Çıkar sokak yapamazsın sen onu.
Yüzünden yol yol akan
gözyaşlarını fark etti. Nefes alamıyordu. Balık gibi ağzını açtı, kapadı. Sanki
o nefesi alabilse yüreğindeki ağırlık gidecek, üzerindeki yükü o nefesle dışarı
atabilecekti. Deniz, deniz kenarına ulaşmalıydı. Denizin akıntısına derdini
verip, tuzlu, yakıcı kokusunu içine çekip nefes almalıydı. Her zaman denizin
sonsuz maviliğinde huzur bulur, sakinlerdi. Dönecek yer yoktu. Geri geri
gitmeliydi. Arkaya dönüp arkasında uzanan dönemeçli, ince yolu görünce geri çıkamayacağı
duygusuna kapıldı. Ne ileri gidebiliyordu ne geri! Saatlerdir – senelerdir -
içinde tuttuğu gözyaşları boğazından yol bulup nar taneleri gibi ortaya
saçıldı.
Bak! Gene çıkmaz bir sokağın sonunda duvarın
karşısındasın. Gözün fellik fellik duvardan geçebileceğin bir delik arıyor.
Bulsan, arabanı olduğu yerde bırakıp yolun geri kalanını yürümeye razısın. Öyle
bir yarık bulup geçsen ne olacak? Aferin sana, süper kahramansın deyip
alkışlayacaklar mı? Madalya üstüne madalya verip seni göklere mi çıkaracaklar?
Hem kim onlar? Seni alkışlayacak olanlar? Sen zaten bu insanlara karşı
durduğundan, onların değerlerine paye vermediğinden, kimsenin cesaret edemediği
sularda yüzüp, bu çıkmaz sokaklara girmiyor musun? Alkışlasalar ne olur,
alkışlamasalar ne olur? Sen kendini alkışlayabilecek misin?
Duvara bakıp ağladıkça duvar
şekil değiştiriyor, dört senesini kendisinden çalan adama dönüşüyordu. Daha bu
sabah, sakince, onun duygularını hiç umursamadan hayatında ona yer olmadığını
telefonda – telefonda! – söyleyen adama. Bütün hayallerini üzerine kurduğu, en
başından beri mantığının tüm uyarılarına karşı, yüreğini koyup her türlü
zorluğa, iniş çıkış, geliş gidişlere rağmen asla bırakmadığı, iki sene evvel
başka bir kadınla yoluna devam edeceğini söylemesine rağmen sevgisinden bir
damla azaltamadığı adama. Birkaç ay evvel hata yaptığını söyleyip geri
döndüğünde ne kadar mutlu olmuştu. İnsanlar hata yapardı değil mi? Hemen
kollarını açmış, sorgusuz sualsiz kabul etmişti. Hata kimdeydi?
Duvar sana bakıyor, sen duvara. Tüm heybetiyle dikilmiş
karşında, alay ediyor seninle. Öfkeleniyorsun! Bak, tekme bile attın duvara.
Hani duvardan parçalar düşse, yaralamışsın gibi sevineceksin neredeyse. İnsan
değil kızım o, duvar duvar! Taş üstüne taş konup arası harçla doldurulan duvarlardan.
Sağlam yani, ne yapsan yıkılmaz, kırılmaz. Sen öyle misin ya? Tekme attın,
ayağın acıdı. Öfkesi de cabası. Kendine zarar. Duvarın umurunda mı? Hiç tınmadı
bile. Hem sen kimseye kıyamazsın ki! Yapamazsın. Kimseyi acıtamazsın. Ondan
mıdır bu duvara vuruşun? Sana kıyıp senin kıyamadıklarına mıdır kırgınlığın?
Kanser teşhisi konmuş kadına.
Onu aramış teşhisi öğrenince. Dönmesi lazımmış ona, bırakamazmış. Çok
seviyormuş kadın onu. Morale ihtiyacı varmış. Vebali boynuna kalırmış.
Vicdanmış. Telefonda bunları duyunca hiçbir şey diyememiş, ya ben? ya biz?
soruları boğazın boğumları arasına sıkışıp kalmıştı. Karşı tarafın görmediği
başını aşağı yukarı sallamış ve telefonu kapamıştı. Anlamak, anlayışla
karşılamak onun işiydi. Hep öyle olmamış mıydı?
Ne yapacağını bilemez durumda
etrafına bakınırken, evinin önündeki
merdivene oturmuş küçük bir kız gördü. Suratı asıktı kızın. Parmağını
üzerindeki pembe, kolları çekiştirilmekten uzamış hırkanın yenine dolamış,
birisini beklermiş gibi sürekli yolun başına doğru bakıyordu. Onun da vardı
öyle pembe bir hırkası. Şeker pembesiydi aynı kızın üstündeki gibi. Kızın
annesi olması için yaşlı, orta yaşın üzerinde bir kadın çıktı evin kapısından.
Kızı içeri çağırdı. Kız omuzlarını silkip içeri girmek istemedi. Kadın da omuz
silkip bıraktı onu, içeri girdi. Göz göze geldiler kızla. Kız el edip yanına
çağırdı onu. Arabadan inip kızın yanına gitti. Kız elinden tutup onu eve soktu.
1970’lerin mobilyasıyla döşenmiş, eski kokan bir evdi. Yerdeki halıya çarptı
gözü. Anneannesinin salonunun ortasında duran büyük halının aynısıydı. Sevmezdi
o halıyı. Burada da battı gözüne. Kız onu salonun başköşesine oturttu.
Muhtemelen anneanne olan kadın girdi salona. Kızı görünce “ hah, girdin mi
içeri? Aferin, üşütecektin yoksa. Aylardır görmediğin anneni hasta karşılamak
istemezsin değil mi?” dedi kıza. Davetsiz geldiği için oturduğu yerden
mahcubiyetle kalkıp elini uzattı kadına. “Ben Pelin, torununuz davet etti beni
“diyerek açıklamaya girişti. Kadın, sanki o orada yokmuşçasına, elini karşılamadan,
açıklamasını duymadan çıktı salondan. Huzursuzlandı Pelin. Büfenin üzerinde
dizi dizi dizilmiş fotoğraflara baktı. Kızın hiç fotoğrafı yoktu çerçevelerin
herhangi birinde. Tanıdık bir duygu gezindi yüreğinde. Annesinin evindeki
çerçevelerde de olmamıştı hiç fotoğrafı.
Kapı çaldı. Kız sevinçle koşarak
kapıyı açmaya gitti. Anneanne de koşarak geldi içeriden. Kapıda genç bir
erkeğin koluna girmiş genç bir kadın duruyordu. Kız adama bakıp kaldı. Annesi
sarılıp öperken, geri sarılmadı, gözü adamda durdu öylece. Annesinin
kollarından sıyrılınca koşup kaçtı içeri. Annesi gitmedi kızın peşinden, Pelin
gitti. Onu, küçücük, karanlık, penceresiz odasında ağlarken buldu. “Neden
ağlıyorsun? Sevinmedin mi annenin babanın geldiğine?” diye sordu yumuşakça. Kız,
sımsıkı kapadığı dudaklarının arasından belli belirsiz bir “ o babam değil “
çıkardı sadece. Pelin sarılmak istedi, kız itti. İçeriden genç kadının “ biz
evlenmeye karar verdik” sesi duyuluyordu. Pelin duydu, kız duymadı.
Parmağını sallayarak benim
hayatım, ben de yaşayacağım diyordu duvar şimdi de karşısında duran ufacık
kıza. Üvey ailesinin kalabalık sofralarının en dip köşesine iliştirilmiş,
fotoğraf karelerinde yer almadan geçmişti hayatı. Annesinin düğününe
çağırılmayınca, zararsız bir karıncanın üzerine görmeden basılıp geçerken
“canım ne var, görmemişim işte “ denilebilecek kadar görünmez olmayı öğrenmişti.
Sesi hiç çıkmamış, çıkamamıştı. Parmağın sahipleri değişse de hep o izin
vermişti parmağın sallanmasına. Hep anlayan olup, birazcık sevgi, biraz anlayış
için çığlık çığlığa anne rolünü giyinmemiş miydi çocukluğundan beri? Herkese
annelik yapmasının bastırılmış çocukluğunun gözyaşları olduğunu kimse
anlamamıştı. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini umursayan var mıydı? O var mıydı?
Gerçekten var olmuş muydu? Kızı, kızı bile, tatillerde Amerika’dan
gelmeyeceğini, oraları sırtında çantayla
gezeceğini söylememiş miydi birkaç hafta evvel?
Her hayatını yaşamak isteyenin yolundan çekilmek, yok olmak, görünmemek
üzerine kurulmamış mıydı hayatı? Yok olmak, görünmez olmak… Bu kelimelerle
zihninde oynadı biraz. Ben kimim patladı beyninde. Öfkeyle arabadan çıkıp
duvarı tekmelemeye, yumruklamaya başladı. Tekmeledikçe hırsını alamıyor,
ayağının, elinin acısını hiç duymuyordu. Elleri kan içinde kaldı. Duvardan bir
taş parçası düşse, onun da canının yandığını anlayacak, belki rahatlayacaktı
biraz. Ama düşmedi. Sapasağlam, dimdik, tekmeleri, yumrukları umursamadan durdu
öylece. Çaresizlik bir taş gibi oturdu yüreğine.
Bassan geri ne olur? Yenilir misin? Yenil, ne olacak? Ölmezsin
ya! Yenildiğin bir duvar sonuçta. Bir duvara kafa tuttuğunu kime söylesen güler
valla. Kimse cesaret edemiyor ondan mı? Duvarı yenersen hayatı da mı
yeneceksin? Hahaha, komiksin. Bir duvara kafa tutmak cesaret değil, aptallık!
Hayata kafa tutma işiyse bambaşka. Yanlış yoldasın. Ne zaman anlayacaksın? Her
tarafın paramparça olup kan revan içinde kalınca mı? Yorulup tekmeleme,
yumruklama gücün kalmayınca mı?
Yıllardır arka sırada durup, en
ön sırada oturmanın hayalini kurmuştu. Nasıl becereceğini bilemediğinden tam da
bu hayalinden vazgeçerken çıkmıştı adam karşısına. Başlarda bir bebek gibi onu
sarıp sarmalamış, el ele tutuşup beraber bir gelecek hayalleri kurmuş ama sonra
nedense birden elini bırakıvermişti. Annesinin eli gibi, adamın da eli elinden kayıp
gidince hissettiği boşluk gittikçe büyümeye ve onu kaplamaya başladı. Yeni
baştan başlamaya, kimseye kendini anlatmaya gücü yoktu. Sahi, anlatabilse ne
anlatacaktı? Üzerine bindirilmiş sorumluluklardan, herkese sonsuz izin verdiği fütursuzca
bir şey isteme hakkından sonra ne kalmıştı geriye? Kendisi için bir şey
yapanların karşısında utançtan ezilecek kadar, çocuk olmayı bile bilememişti
ki! Büyüyememişti çocuk. Yıllardır köşesinde cezalı oturuyordu, her sesi çıkar
gibi olduğunda cezası uzatılmacasına. Çocuğun nefessiz hıçkırıklarını duydu.
Bedenini, ruhunu kapladı. Sarıp sarmalamak istedi çocuğu. Çocuk izin vermedi. Kırgın,
sırtını döndü ona. Neden ağlıyorsun diye sordu yavaşça. Çocuk, dudaklarını
sımsıkı birleştirerek cevap vermedi ona. Ona uzattığı eli boş kaldı. Var
oluşunun şu duvarın taşları arasında un ufak olduğunu hissetti. Duvarın
harcında iki damla gözyaşı gördü.
Bak güzel kardeşim, buradan geri geri çıkıp az ilerideki
sokağa girip, ilk sol sonra ikinci sağ yaparsan ulaşırsın gitmek istediğin
yere. Biraz daha uzun gibi görünse de, sen burada olur ha duvarı delebilsen
bile geçecek zamandan daha kısa. Sağlam bir sinir, yaralanmamış ayak da artısı.
Akıllı ol, inadı bırak. Gücün de, canın da sana kalsın.
Yok yok, o yolları bir daha
baştan geçemezdi. Her yeni yolda, her yeni umuda tırnaklarıyla asılmış, her
seferinde kendinden bir parça bırakmıştı. Yanındaki bordo boyalı evin pencere
pervazında coşkulu kırmızı sardunyalar çarptı gözüne. O çiçekler gibi coşmak
istemişti oysa. Onlar gibi heyecanla hayata açmak, kırmızı kırmızı parlamak
istemişti. Kırmızı yaktı içini. Kazağının bile kırmızısı solmuştu. Bu kadar
acıyla, bu kadar paramparça olmuş bir yürekte renk mi kalırdı? Solup gitmişti
her şey, solup gitmişti hayat. Çağlayan gözyaşlarının arasından duvarın
kendisiyle dalga geçercesine güldüğünü gördü. Zayıflığını kimseye gösteremezdi.
O da kahkaha attı duvara karşı. Acı bir kahkaha…
Görüyor musun pencereye çıkmış insanları? Kimse de
aferin, helal diyen bir bakış var mı? Deli diyor bu bakışlar. Kimse bilmez
senin içindekini. Dışarıdan nasıl görünüyorsa öyle konuşurlar. Ancak haklılık
payları yok mu? Delirmiş gibi durmuyor musun? Bir duvarın karşısında dikilmiş,
inadım inat, illa buradan geçeceğim diye tekmeleyip duran biri. Sen kendini
görsen sen bile deli derdin. Zavallı da eklerdin peşine.
Hadi kızım, bin arabana ufak ufak geri bas.
Hadi güzel kardeşim.
Aklını yitirmeden,
Bas geri…
Arabasına geri binerken,
pencereye çıkmış neler oluyor diye bakan insanları gördü. Onlara gülümsedi
hatta el salladı. Sakin, arabasını çalıştırdı, geri vitese taktı, ağır ağır
geri gitti. Durdu. İleri vitese takıp, kalan tüm gücüyle gaza basarken
yüzündeki gülümsemeyi kimse görmedi. Gazetelerde adının kocaman, koyu harflerle
yazıldığını görüyordu o anda.