Daha iki gün oldu biletimi alalı. İnsan altı ay sonrasına
bilet alır mı bilmiyorum ama ben aldım. Burayı devreder devretmez, hanımla bir
tren yolculuğu yapacağız. Hem de yataklıda. Ankara üstünden Adana’ya gidelim
dedik. Hiç görmemişiz oraları. Nereyi gördük ki? Hep içimdedir Atamızı ziyaret
etmek. Ona da duamızı okuyacağız kısmetse. Bir de Eskişehir güzelmiş diyorlar.
Başka seferde oraya gideriz inşallah.
Dün sabah işe geldiğimde, baktım diğer esnaf toplaşmışlar
bir kenarda hararetli hararetli konuşuyorlar. Eller kollar havada “olmaz böyle
şey”, “yapılır mı bu bize?”, “ne olacak şimdi?”ler havada uçuşuyor.
Meraklandım. Yanlarına gittim.
-
Ne oluyor arkadaşlar? Nedir bu telaş?
-
Haberin yok mu? Dün gece haberlerde söylediler.
-
Ne söylediler? Dinlemedim haberleri.
-
Bu istasyonu kapatacaklarmış. AVM yapılacakmış
buraya. İhaleye açmışlar.
-
Nasıl yani? Burası kapanırsa trenlerin kalkacağı
başka istasyon yok ki!
-
Çok iş yapmıyormuş burası. Trenleri de
kaldıracaklarmış.
Koşa koşa istasyon amirinin yanına gittim.
-
Doğru mu haberler Hasan Bey?
-
Doğru, bana da tebligat dün geldi. Sizlerle bu
gün paylaşacaktım haberi.
-
Nasıl olur? Ne olacak şimdi benim bilet?
-
Ne bileti?
-
Bilet almıştım ben altı ay sonrasına daha dün.
-
İade ederiz parasını, merak etme sen.
-
Ama ben…
Hasan Bey’in telefonu çaldı. Benim istediğim para değildi
ki! Hayallerime ne olacaktı? Onları kim geri verecekti bana?.. Ya geçmişim?
Neredeyse kendimi bildim bileli bu istasyonun köşesinde
gazete bayiliği yaparım. Bugüne kadar hiç nasip olmadı trene binip bir yere
gitmek. İnsan yıllarca bir yerlerden gelip bir yerlere gidenleri görünce merak
ediyor. Özeniyor. Babamdan kaldı bu iş bana. Çocukluk yıllarımda hafta sonları
ve tatil günlerinde babama yardım ederek başladım. Liseyi de bitirince
(üniversite falan bilmezdik o zamanlar) hazır kurulu düzen, fazla kafayı
yormadan babamdan devraldım bu işi. Babam da burnunda tüten köyüne geri döndü
mutlulukla.
Tren istasyonunun kendine has bir ritmi vardır. Hiç bitmeyen
bir telaş rüzgârı eser durmadan. Yetişme derdinde koşturur insanlar. Önümden
akan bu insan selinin içine benim de ruhum karışır ister istemez. Gözyaşları
içinde birbirinden ayrılanları görünce üzülür, sevinçle kavuşanlarla sevinirim.
Neler görmedi ki bu göz? Dile kolay elli yılım geçti burada. Elli yıl içinde
idareler değişti, insanlar değişti, kılık kıyafetler değişti ama telaş hiç
bitmedi. Hep bir yerden bir yere koşturma içinde geçti hayatlar; bir ben durdum
olduğum yerde, hareketsiz. Kulübenin yeri bile değişmedi istasyonun içinde.
Mesela şu karşı köşede bir pastane vardı yıllar evvel. İçinde kadife koltukları
ile şık bir yerdi. Dışına birkaç tane tonet sandalye atmıştı. Tonet sandalyeyi
bildiğimden değil. Oranın sahibi böbürlenerek anlatmıştı bana “birkaç tonet
sandalyede attım mı dışarı, tam zenginlere göre olur. “ O zaman sormuştum
“tonet sandalye ne? “ diye de, anlatmıştı. Arkası kavisli, oturak yeri hasır,
ince ayaklı sandalyelermiş. Çok modaymış; Fransa’daki tüm pastane, lokantalar
onlardan kullanıyormuş. Sosyete işiymiş yani. Allahın sandalyesi işte! Kıçını
koyacağın yer, tövbe tövbe. Hala gülerim
ama aklımda da kalmış tonet sandalye. Neyse lafı uzatmayayım. Gerçekten şık,
yakası kürklü paltolu, şapkalı zarif hanımlar, jilet gibi takım elbiseli
beyefendiler gelirdi o pastaneye. O zamanlar bu kadar acelesi yoktu insanların.
Tren vaktinden epey önce gelir, orada çay, kahve içerek kalkış saatini
beklerlerdi. Sanki daha çok mu daha mı büyük bavulları olurdu insanların o
zamanlar? Şimdi hap kadar çantalar taşıyorlar. Bavullar mı küçüldü, insanlar
mı? Neyse. Bir zaman çok iş yaptı ama sonra kapandı. Aynı yer sonra şekerci
oldu, lokum satardı hediyelik. Lokum götürmenin modası geçince onun da işi
bitti. Tost, çay satan bir kafe oldu kısa bir süre. Şimdi ise hamburgerci
orası. Gençler geliyor artık. Uzun saçlı, kulakları küpeli gençler. Yanlış
anlamayın, erkek bunlar. Neredeyse her şey tersine döndü. Erkeklerin saçları
uzadı, kızların ki ise kısacık. Ne bileyim, alışamadım ben bunlara. Erkek
dediğin saç, sakal traşı yerinde olur. Benim oğlan da bir ara uzun saç modasına
heveslenip saçlarını uzattıydı ama patlatıverdim bir tane “ne o öle karı gibi”
diyerek. Biraz direndi, kesti sonunda. Neyse.
Benim hayatımda da oldu ufak tefek değişiklikler. İlk
yıllarda öyle satılacak çok gazete, dergi yok; ek iş olsun diye kartpostal, oyuncak,
hediyelik eşya da satardık. Çok turist de vardı o zamanlar. Bende lisan yok ama
öğrendim tabii birkaç kelime. Sayıları öğrendim önce, fiyatı söylemek için. Bir
de yes, no öğrendim. Hav maç dediler mi hemen bastırıyordum cevabı. İçinde hav
maç geçmeyen bir şey dediler mi nooo diyordum. Ne soruyorlarsa artık. El, kol
anlaşıyorduk valla. Gazeteler, dergiler arttıkça hediyelik işinden çıktım.
Babamda gitmişti o aralar. Uğraşamıyordum hepsiyle. Gazeteler kupon işine
girdi. Ne uğraştırdı beni şu kupon işi! Kadınlar gelir, dünün, evvelsi günün
gazetesini sorarlardı. Yok kardeşim demekten dilimde tüy bitti. Kimisi
ağlamaklı olurdu, nereden bulacağım ben eksik kuponları diye. Hey gidi günler! Başlarda Ses, Hayat, Hey dergileri varken kadın dergisi, erkek
dergisi, yok araba dergisi yok sanat dergisi derken dergiler de çeşitlendi. Her
bir konuya ayrı dergi. Hiç kazandılar mı bilmiyorum. Satmazdı çok onlar. Varsa
yoksa magazinler, bir de içi çıplak kadın resimleri olan erkek dergileri. Sonra
onlarda poşete girdi ya. Ne fark edecekse! Adamın kafasını da poşete sokamazsın
ki! Oyuncakları bırakıp kitap da koydum bir süre ama satmadı, vazgeçtim.
Şimdilerde azaldı istasyonun müşterisi. Uçakla ya da
otobüsle yolculuk ediyor çoğunluk. Zaten uçak fiyatları otobüs fiyatı oldu.
Acelesi olanın işi ne trende? Tren artık keyif işi. Gezmek için, göre göre
gezmek için biniyor insanlar. Bir de uçaktan korkanlar. Ben de korkardım ne
yalan söyleyeyim. Ayağım yerde olacak. Biz de tıngır mıngır geze geze gideceğiz
inşallah. Biletimi çıkarıp gözümün önüne koydum. Akşam hanıma gösterince ne
sevindi. Hiç tatile götüremedim onu. Hep çalıştık yıllar boyunca.
Bakın bakın, geliyor istasyonun delisi. Bu adam yıllardır,
elinde bavulu, aynı saatte gelir,
istasyonun artık çalışmayan kocaman eski saatine gözünü diker durur. Yaklaşık
bir on beş dakika dikilir orada, sonra kafasını sallar gider. Bir kere
dayanamadım, koştum yanına sordum “ne bekliyorsunuz? “ diye. “Kaçtı tren “ dedi
ve gitti. Nedir, kimdir, ne derdi vardır bilmiyorum. Deli herhalde.
Şu ileride sevgilisine sarılmış kız var ya, hani mavi
kazaklı. Üç kere daha sarılacaklar sonra kız gelip benden bir magazin dergisi
alacak gözünde yaşlarla. Şimdi ben bunun sevdasına nasıl inanayım? O dergilerde
kimin eli kimin cebinde belli değil. Aynı kız sürekli başka erkeklerle ya da
aynı erkek başka başka kızlarla. Aklım almıyor. Ha nereden mi biliyorum? Ben de
karıştırıyorum tabii arada. Kızlar güzel yani. Güzele bakmak sevaptır demiş
atalarımız. Valla kötü niyet yok.
Böyle böyle günü geçiriyordum işte. Ona bak, buna bak derken
akşam oluyor, evime gidiyordum. Evvelsi akşam giderken biletin yanına bir küçük
biraz da balık almıştım. Bir keyif yapalım hanımla diye. Emektar teybe bir
Orhan Abi kaseti de koymuştuk, değmeyin keyfimize kıvamında bir akşamdı işte.
Sonra?.. Sonrası bu!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder