Önümde duruyor. Mis gibi, buharı üstünde, domatesli, biberli
Fener kavurma. Domatesle tereyağının birleşmesinden çıkan rahiya çok iştah
açıcı. Bembeyaz löp etin domatesin kırmızısı ve biberin yeşiliyle yarattığı
görsel bir şölen. Yemek için sabırsızlanıyor insan.
Bakmayın fener balığının böyle kuzu kuzu toprak kap içinde
kendisini sergilemesine. Pek çirkin bir balıktır aslında. Denizde görseniz
korkup kaçarsınız. Hoş, pek öyle kolay kolay da göremezsiniz ya! Herkesten
kaçıp denizin derin karanlık sularında yaşar kendi kendini aydınlattığı
ışığıyla. Uzun olan dikeninin ucuyla yarattığı ışıkla bulur hem avını hem
yolunu. Kafası kocaman, ağzı ise daha kocamandır. Kafanı soksan girer yani,
öyle kocaman! Dişleri sık ve sivridir. Canavar
görünümlü bir şey kısaca. İtici, tiksindirici… Ama gel gör ki, burada, bu
toprak kabın içinde bir kuzu uysallığında sergiler kendini. İştahı kabarır
insanın; bir an evvel ekmekleri suyuna bana bana yiyesi gelir. Biraz ekmek, çatal
ucunda bembeyaz löp et, bir yudum da rakı. Atıverir insan ağzına, iştahla. Dişlerinin
arasında eziverir. Belki o an yaşıyor olsa hala, kendine denk bir rakip sanabilir insanı. Ne bilsin, insan kendisinin aksine melek görünümlü bir canavar!..
Denizin dibindeki çamurla aynı renkteki pulsuz derisiyle
dibe yakın, karanlığın içinde yaşar. Uzaktır herkesten. Vıcık vıcık yapışmaz öyle.
Hem karanlıkla, hem de zeminle yeknesak rengiyle korur kendini. İnsanoğlu gibi
değil yani. Rengârenk takındığı maskelerle kendini beğendirme çabasında
değildir. İnsanoğlu hem fark edilmek için önündekini ezer geçer, hem de korkup
zemine uyar. İyi yüzlüdür kısaca. Fener balıkları da yaşar aralarında. Yok
olmak istercesine kendi karanlıklarına gömülmüş, küçük dünyalarında yaşamaya
çalışırlar. Kimseyi ezme, dişlerinin arasında çiğneme dertleri yoktur. Kendi
dertlerini ezememişlerdir daha, başkalarını ne yapsınlar? Sokakta görürüz
onları; bazen Beyoğlu’nda sokak serserisi deyip geçeriz, bazen yanı
başımızdadırlar; fark etmeyiz. Korkarız bu insanlardan. Sivri dişli,
kocaman ağızlı fener balığımıyçasına, denizde görsek kaçacağımız gibi kaçarız
onlardan. Berduş deriz, sarhoş deriz, deriz Allah deriz. Bir şey der kaçarız.
Kaçtığımızın kendimiz olduğunu fark etmeden. Bir gün onlar gibi hayatın anlamını
yitirmekten korkarak kaçarız.
Halbuki bir dinlesek; o Beyoğlu’nda köşe bucak kaçtığımız,
kirden mavi kazağının rengi görünmeyen, yıkanmamaktan saçları tiftik tiftik
olmuş, içkiden gözleri kan çanağına dönmüş Cihangir Abi’yi veya şehrin en ücra
köşesinde yıkık bir evde, iki saksı çiçek ve bir iskemleyle yaşayan Hakan’ı, önümüzdeki
löp etli fener balığının lezzeti gibi lezzet bulacağız sohbetlerimizde. Bir
rakı ikram edip soframıza buyur etsek, berduş diye yüzüne bakmadığımız Cihangir
Abi’nin eskiden engin bir müzik ve resim bilgisine sahip bir kalp doktoru olduğunu öğreneceğiz. Hayatın garip bir cilvesiyle evli bir kadına duyduğu derin aşk yüzünden çektiği
kalp ağrısından hiçliğe vurduğu yaşamının içinde hayatın anlamını çözmeye
çalıştığını anlayacağız. İçinde kendinin de olduğu her şeyden arınıp alıp
vermek zorunda olduğu nefeslerle başa çıkma çabasını seyredeceğiz. “Bak, herkesin kaçtığı herkes işte. Herkes
herkesten kaçıyor. Çünkü herkes herkesi kırıyor. Olamıyoruz severek inanarak.
Olamıyoruz sevgiyi her şeyin önüne koyarak. Bizim hikâyemiz biraz daha ağır olabilir
bunun için artık kafayı kurtarmaya çalışıyoruz. Ancak olmuyor, kurtulmuyor
dediğin gibi. Bak şu halime. Ben kimim, neredeyim, ne haldeyim? Ama olmadı,
kurtulmuyor insan hiçbir yerden, kurtulamıyor hiçbir kimseden...” dediğinde
duracağız bir. Sarsılacağız. İnanmak istemeyecek ama düşüneceğiz. Kendi derin
karanlığımızın en dibinde saklı kalmış korkularımızı bir fener gibi
aydınlatacak cümleleri.
Veyahut “İnsanlar mı? Almayayım, doydum ben “ diyecek kadar insanlara
kırıla kırıla kendini, içkiye, yalnızlığa, sessizliğe mâhkum eden Hakan’ın, insanın dipsiz kuyularını ortaya çıkardığı yazılarını artık yazmadığını, zamanında çektiği
sanatsal fotoğrafların yenilerini çekmediğini fark ettiğimizde üzüleceğiz.
Kimsenin yüzmeye cesaret edemediği karanlık sularda cesurca yüzebilen bu fener
balığının kırılganlığını anlayacağız. Onu bulandığı zemin renginden sıyırıp
yüreğine batmış dikeninin ışığıyla karanlıklarımızı aydınlatması arzusuyla
dolacağız.
Ama heyhat! Biz sadece önümüze gelmiş, buharı üstünde, bembeyaz
löp etli fener balığını, dişlerimizin arasında eze eze yemeği biliyoruz.
Karanlıkların bu sessiz kahramanlarını, harlı ateşte pişirip kendi zevkimize
uygun hale getirdikten sonra soframıza kabul ediyoruz. Daha
aydınlatabilecekleri çok yer varken, sonsuz karanlığın içine gömüyoruz. Canavar
kim? İnsanoğlu mu fener balığı mı? Bir düşünün isterseniz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder