14 Şubat 2015 Cumartesi

FENER BALIĞI

Önümde duruyor. Mis gibi, buharı üstünde, domatesli, biberli Fener kavurma. Domatesle tereyağının birleşmesinden çıkan rahiya çok iştah açıcı. Bembeyaz löp etin domatesin kırmızısı ve biberin yeşiliyle yarattığı görsel bir şölen. Yemek için sabırsızlanıyor insan.

Bakmayın fener balığının böyle kuzu kuzu toprak kap içinde kendisini sergilemesine. Pek çirkin bir balıktır aslında. Denizde görseniz korkup kaçarsınız. Hoş, pek öyle kolay kolay da göremezsiniz ya! Herkesten kaçıp denizin derin karanlık sularında yaşar kendi kendini aydınlattığı ışığıyla. Uzun olan dikeninin ucuyla yarattığı ışıkla bulur hem avını hem yolunu. Kafası kocaman, ağzı ise daha kocamandır. Kafanı soksan girer yani, öyle kocaman!  Dişleri sık ve sivridir. Canavar görünümlü bir şey kısaca. İtici, tiksindirici… Ama gel gör ki, burada, bu toprak kabın içinde bir kuzu uysallığında sergiler kendini. İştahı kabarır insanın; bir an evvel ekmekleri suyuna bana bana yiyesi gelir. Biraz ekmek, çatal ucunda bembeyaz löp et, bir yudum da rakı. Atıverir insan ağzına, iştahla. Dişlerinin arasında eziverir. Belki o an yaşıyor olsa hala, kendine denk bir rakip sanabilir insanı. Ne bilsin, insan kendisinin aksine melek görünümlü bir canavar!..

Denizin dibindeki çamurla aynı renkteki pulsuz derisiyle dibe yakın, karanlığın içinde yaşar. Uzaktır herkesten. Vıcık vıcık yapışmaz öyle. Hem karanlıkla, hem de zeminle yeknesak rengiyle korur kendini. İnsanoğlu gibi değil yani. Rengârenk takındığı maskelerle kendini beğendirme çabasında değildir. İnsanoğlu hem fark edilmek için önündekini ezer geçer, hem de korkup zemine uyar. İyi yüzlüdür kısaca. Fener balıkları da yaşar aralarında. Yok olmak istercesine kendi karanlıklarına gömülmüş, küçük dünyalarında yaşamaya çalışırlar. Kimseyi ezme, dişlerinin arasında çiğneme dertleri yoktur. Kendi dertlerini ezememişlerdir daha, başkalarını ne yapsınlar? Sokakta görürüz onları; bazen Beyoğlu’nda sokak serserisi deyip geçeriz, bazen yanı başımızdadırlar; fark etmeyiz. Korkarız bu insanlardan. Sivri dişli, kocaman ağızlı fener balığımıyçasına, denizde görsek kaçacağımız gibi kaçarız onlardan. Berduş deriz, sarhoş deriz, deriz Allah deriz. Bir şey der kaçarız. Kaçtığımızın kendimiz olduğunu fark etmeden. Bir gün onlar gibi hayatın anlamını yitirmekten korkarak kaçarız.

Halbuki bir dinlesek; o Beyoğlu’nda köşe bucak kaçtığımız, kirden mavi kazağının rengi görünmeyen, yıkanmamaktan saçları tiftik tiftik olmuş, içkiden gözleri kan çanağına dönmüş Cihangir Abi’yi veya şehrin en ücra köşesinde yıkık bir evde, iki saksı çiçek ve bir iskemleyle yaşayan Hakan’ı, önümüzdeki löp etli fener balığının lezzeti gibi lezzet bulacağız sohbetlerimizde. Bir rakı ikram edip soframıza buyur etsek, berduş diye yüzüne bakmadığımız Cihangir Abi’nin eskiden engin bir müzik ve resim bilgisine sahip bir kalp doktoru olduğunu öğreneceğiz. Hayatın garip bir cilvesiyle  evli bir kadına duyduğu derin aşk yüzünden çektiği kalp ağrısından hiçliğe vurduğu yaşamının içinde hayatın anlamını çözmeye çalıştığını anlayacağız. İçinde kendinin de olduğu her şeyden arınıp alıp vermek zorunda olduğu nefeslerle başa çıkma çabasını seyredeceğiz. “Bak, herkesin kaçtığı herkes işte. Herkes herkesten kaçıyor. Çünkü herkes herkesi kırıyor. Olamıyoruz severek inanarak. Olamıyoruz sevgiyi her şeyin önüne koyarak. Bizim hikâyemiz biraz daha ağır olabilir bunun için artık kafayı kurtarmaya çalışıyoruz. Ancak olmuyor, kurtulmuyor dediğin gibi. Bak şu halime. Ben kimim, neredeyim, ne haldeyim? Ama olmadı, kurtulmuyor insan hiçbir yerden, kurtulamıyor hiçbir kimseden...” dediğinde duracağız bir. Sarsılacağız. İnanmak istemeyecek ama düşüneceğiz. Kendi derin karanlığımızın en dibinde saklı kalmış korkularımızı bir fener gibi aydınlatacak cümleleri. 

Veyahut “İnsanlar mı? Almayayım, doydum ben “ diyecek kadar insanlara kırıla kırıla kendini, içkiye, yalnızlığa, sessizliğe mâhkum eden Hakan’ın, insanın dipsiz kuyularını ortaya çıkardığı yazılarını artık yazmadığını, zamanında çektiği sanatsal fotoğrafların yenilerini çekmediğini fark ettiğimizde üzüleceğiz. Kimsenin yüzmeye cesaret edemediği karanlık sularda cesurca yüzebilen bu fener balığının kırılganlığını anlayacağız. Onu bulandığı zemin renginden sıyırıp yüreğine batmış dikeninin ışığıyla karanlıklarımızı aydınlatması arzusuyla dolacağız.

Ama heyhat! Biz sadece önümüze gelmiş, buharı üstünde, bembeyaz löp etli fener balığını, dişlerimizin arasında eze eze yemeği biliyoruz. Karanlıkların bu sessiz kahramanlarını, harlı ateşte pişirip kendi zevkimize uygun hale getirdikten sonra soframıza kabul ediyoruz. Daha aydınlatabilecekleri çok yer varken, sonsuz karanlığın içine gömüyoruz. Canavar kim? İnsanoğlu mu fener balığı mı? Bir düşünün isterseniz…





Hiç yorum yok: