01.10.2018
İLK İZLENİMLER
Yeni bir günlük yazmanın vakti geldi mi, yoksa bu günlükleri yazıp sizleri bayıyor muyum bilmiyorum. Açıkçası, kalemle arama girmiş soğukluğu eritmek için yazıyorum... Bir de küçük notlar halinde kayıt olsun evden uzak geçireceğim bu seneye dair. Sonradan geriye dönüp baktığımda ne gibi artılar katabilmişim hayatıma, kendime onu görebilmek için. Ya da eksiler...
Havalar gittikçe soğuyor, yağmurlar başladı. Yapraklar kırmızıya dönüyor, yerlerde uçuşan yaprakların sayısı çoğalıyor. Tam bir sonbahar havası. Koşa koşa aldığım Margaret Atwood'un The Handmaid's Tale ( Damızlık Kızın Öyküsü) okundu, bitti bile. Toronto Halk Kütüphanesi'ne üye oldum. Rosemary Sullivan'ın yazdığı The Red Shoes ısmarlandı bekleniyor. Kadın iyi bir biyografi yazarıymış. Geçen Cumartesi olacağı söylenen yazı kursuna gittim ama maalesef hoca hastaymış, ders olmadı. İngilizce yazabilir miyim bilmiyorum. Yazarım yazmasına da istediğim gibi olur mu, duyguyu verebilir miyim gibi endişelerim var ama denemekten ne çıkar? Belki de beceririm. Ay ne hoş olur. Beni heyecanlandıran bir proje bu. Zorlayıcı olması daha da iyi. Bu kütüphanedeki 2 haftada bir olan yazı kursunu yeterince ciddi bulmadığım için alternatifler araştırıyorum. Maalesef çoğu Eylül başı başlamış kurslar. Neyse en azından Ocak'tan itibaren olanlara katılabilirim.
Yerleşme faslı bittiği için normal yaşam düzenine geçmeye başladık. Kızım kendine uygun vegan protestoları yapan bir grup buldu. Her Cumartesi sokaklara dökülüp insanları vegan olmaya ikna etmeye çalışıyorlar. Tabii ki benimki evden başladı. Benimle itişip duruyor. Bu yaşımda ancak vejetaryen olabilirim, benden bu kadar dedim ama yetinmiyor. En azından aktivist yanı besleniyor. Ona iyi geliyor.
Ulaşım olarak çok iyi bir sistem kurulmuş burada. Bizdeki gibi otobüsten metroya ulaşmak için 10 dakika yürümüyorsun. Her şey birbirine bağlı. Dolayısıyla toplu taşımayla her yere gidilebiliyor. Bu şehirde araba kullanmak çok gereksiz ve gerçekten zor. Cumartesi akşamı ev sahiplerimle Turkwaz diye Balkan, Arap, Türk müzikleri çalan, söyleyen Kanadalı bir grubun konserine gittik şehrin öbür ucunda arabayla. Dönüşümüz İstanbul'u aratmadı, yani o derece!
Sokaklarda, metroda, otobüste, kafelerde vs karşılaştığım insanların içinde gerçek Kanadalı görmek epey zor. Dünyanın bütün ülkeleri sanki burada toplanmış. Her dil konuşuluyor. Birbirleri arasında pek de bir kaynaşma görmedim. Herkes kendi memleketinden insanlarla komün hayatı yaşıyor gibi. Burası Hint mahallesi, burası Yunan mahallesi, burası Portekiz mahallesi gibi gettolar var. Oralarda tabelalar kendi dillerinde. Sokaklarda görülen insanlar hep orta sınıf. Duyduğum bir bilgiye göre - doğruluğunu bilmiyorum- Kanada'nın her sene 340.000 yeni iş gücüne ihtiyacı oluyormuş. Bu nedenle açlık çeken, ölüm tehdidi altında vs olanları ve de özellikle parası olanları hemen kabul ediyorlarmış. Benim telefon hattı için konuştuğum kız Afganistanlıydı. Burada doğmuş. Konuştuğum diğer bir kız Bangladeşliydi. Ancak üst düzey pozisyonlar için Kanada'da okumuş olmak gibi Kanada'yla bir şekilde bağlantılı, Kanada kültürünü almış olmak gerekiyormuş.
Zengin bir ülke havası vermiyor, sokaklar evler. Her şey eski yüzlü. Ancak o eski yüzlü binaların içine bakarsanız zevkle döşenmiş lokantalar, barlar görebiliyorsunuz. Muhakkak vardır buranın da kendine göre Nişantaşı ama ben henüz gitmedim. Diğer yerlerde dükkan vitrinlerinin pek bir albenisi yok. Şöyle bir heyecanlanıp içeri girmiyorsun. Herhalde nereden ne alacağını biliyor insanlar. Ancak sosyal haklar çok iyi düzenlenmiş. Kapitalist değil sosyalist bir ülke havasında. Amerika'ya yakınlığından olmalı bu beni şaşırtıyor.
Gene almış başımı gitmişim. Buranın Nişantaşı'na gittiğimde oraları da yazarım. Aradaki farkı... Bizim gibi uçurum mu değil mi? Bir de filmin adını bulursam, buradaki bir sürü pusetli kadın hakkında ayrı bir not yazacağım. Nedense adım başı gördüğüm bu genç, bebekli, pusetli kadınlar bana hep o filmi hatırlatıyor. Buluncaya kadar sabır. Belki hangi filmi kast ettiğimi bileniniz vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder