29 Mayıs 2013 Çarşamba

YAŞAMIN TA KENDİSİDİR BOĞAZ


Dün gene düştü yolum Kadıköy’e… Bu aralar sık sık düşeceğe de benziyor zira tipik bir Türk insanı olarak yıllarca dişlerimi ihmal edince sıkı bir bakım ve tedavi gerektiriyor haliyle. Yakın bir dostumun hararetle önerdiği diş hekimi Kadıköy’de olunca, el mahkum her hafta Kadıköy’e düşüyor yolum. Başlarda akıl karı değil diye düşünsem de, bu yolculukların hayatıma kattığı zenginlikleri, renkleri düşününce dostuma teşekkürlerimi yolluyorum içimden.

Güneşin tüm neşesini yansıttığı taze sabah saatlerinde düştüm yola. Her sabah İstinye’den kalkan deniz otobüsü ile yapıyorum yolculuklarımı. Bu sefer akıllanmış olarak kitabın yanına fotoğraf makinemi de alıyorum. Kitap yol boyunca değil de dişçide sıramı beklerken okumak için artık. İstanbul, 1001 gece masallarındaki Şehrazad gibi her gün yeni bir hikaye buluyor anlatacak. Bu gün deniz otobüsünün öbür tarafına oturuyorum bilinçli olarak. Bir de o yakanın anlattıklarını dinlemek istiyorum.

İstinye- Beşiktaş arası Avrupa kıyısına yakın gittiğinden, benim oturduğum tarafta kıyıdan ziyade Boğaz hakim. Güneşin Boğaz’ı, laciverdinin üzerine işlenmiş pullarla görkemli bir tuvalete çevirişini seyrediyorum. Hani şöyle kalabalığın arasına girdiğinde ışıl ışıl gözleri kamaştıran, tüm kafaların dönüp baktığı, zerafeti hayranlıkla izlenen bir kadın gibi Boğaz. Alıp götüren, baktıkça bakası gelinen… Bu ışıltılı atlası üzerinden gelip geçen gemiler, vapurlar, tekneler kesiyorlar orasından burasından bazı bazı. Bunların arkalarında bıraktıkları köpükler bu güzelliği bozsalar da bir süre sonra kaybolup gene güzelliğe yer veriyorlar. Aynı yaşam gibi, hayatımızda olan olumsuzluklardan sonra güneşin yeniden açması gibi… Yaşanan acılardan, atlatılmış badirelerden sonra hala ayakta kalabilmiş olmanın verdiği sağlamlık ve güçle daha da pırıl pırıl parlayan…

Kabataş yolcularını da aldıktan sonra istikamet Kadıköy… Daha açık sulardan ilerliyor deniz otobüsü. Koyunda sessiz, durgun dururken su, açıldıkça çalkalanmaya, dalgalar oluşmaya başlıyor.  Bir süre kıyı görünmüyor, sanki bilinmez bir boşluğun içinde ilerliyor gemi. Hafif hafif sallanarak, dalgaları yararak… Elimde olmadan gene düşünüyorum; insanoğlu gibi, kendi koyunda çalkantısız, güvenli yaşamayı tercih edenler hep aynı manzaraya bakıp hayatlarına mevcut renklerden başka renkler katamıyorlar. Oysa biraz çalkantıya razı gelenler daha farklı renklere de ulaşabilip daha geniş bir açıyla bakabiliyorlar hayata. Merak ederim bazen, bu kendi koyundan çıkmayan insanlar hiç merak etmezler mi diğer koyları, karşı yakayı?

Yol boyunca fotoğraf çekiyorum. Gördüğüm güzellikleri, düşüncelerimi, duygularımı karelere sığdırmak istiyorum sanki. Her hayattan yıldığımda tekrar bakmak üzere belki… Bilmiyorum.



Her ne kadar her vatandaş gibi dişçiye gitmeyi sevmesem de, benim diş hekimi sohbetli Allah’tan. Ondan bundan, hayattan sohbet ederek ne olduğunuzu anlamadan yapıveriyor dişlerinizi. Keyifli yani. Ardından uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla buluşuyorum Caddebostan’da. O da ayrı bir keyif. Sonunda dönüş saati geliyor. Gene konumlandırıyorum kendimi cam kenarına. Sanırım diş çekimi için verilen uyuşturucudan dolayı kendimi yorgun hissediyorum. Pek dinleyemiyorum bu sefer Boğaz’ı. Sadece suyun üstünde öbekler halinde uçan kuşları seyrediyorum. Bembeyaz bir martının denizin üstünde uçarken ki zerafetini içime çekiyorum. Bulutsuz sabah maviliğine karşın, bulutların engin maviliğin üzerinde yer alışlarına bakıyorum. Tüm yorgunluğuma rağmen yaşamı hissediyorum. Yorgun ama dolu dolu bir keyifle gemiden inip evime, kızıma dönüyorum. Bir mutluluktan diğer bir mutluluğa kucak açıyorum…

Hiç yorum yok: