KİTAP YORUMLARI

ÖYKÜ

6 DAKİKA

30 Aralık 2015 Çarşamba

MOR


Bir yılı daha geride bıraktık. Geldiği gibi gidiveriyor bu yıllar. Tutabilene aşk olsun! Tutmalı mı, o da ayrı konu. Bedenen yaşlanmaya kafayı takmazsak geçen zaman eklenen anılar, artan bilgi, yeni dostluklar getiriyor. Gelişiyor, güzelleşiyor insan. Güzel bir şey yani. Bir de insanı, insanlığı üzen olaylar olmasa… Her şey çok daha güzel olacak.

2015 yılı insanlık adına, barış adına hepimizi üzen bir yıl oldu. Belki bu artık göğüslemesi zor yaşamda bir katre nefes için, belki de ilerleyen yaşımızda içtenliğin, olduğu gibi olabilmenin değerini anladığımız için, belki çocukluğumuzun o gamsız, saf hallerini özlediğimiz için yıllar sonra lise arkadaşlarımız yeniden bir araya geldik iki sene evvel. Ama ne geliş! Her dakikamız neredeyse beraber. Beraber gülüp, beraber saçmalayıp, beraber ağlıyoruz artık.

Geçen yılbaşı, hep beraber geçirdiğimiz ilk yılbaşı, kırmızıyı tema seçmiştik kendimize. Kıpkırmızı bir gürûh bir lokantada buluşup yeri göğü, üstümüzü başımızı ama en önemlisi yüreklerimizi sevginin, aşkın rengi kırmızıya boyamıştık. Bu sene ki temamızsa mor oldu. Bir arkadaşımız mora boyanmış fotoğrafları paylaşırken “mor korunma içgüdüsü sağlar, sağlam bir kalkanın arkasında hissedersiniz” yorumunu eklemiş fotoğrafın üstüne. Mor sağlar mı bunu bilemiyorum ama sevgi dolu, içten dostlukların bunu sağladığını biliyorum. Eğer mor rengi bu duyguyu temsil ediyorsa olsa olsa bu yıllara yayılmış, özellikle son yıllarda, hepimizin içinde doğal olarak aidiyet duygusunu besleyen, aynı liseyi paylaşma zeminine oturmuş ama sadece bununla kalmayıp ötesine taşıyan dostluğun bizlere verdiği duygunun dışa yansımasıdır.

Aldığımız yaşla beraber artan sorumluluklarımızın, sorunlarımızın, üzerinde yaşadığımız toprağa yayılan, nefes kesici karanlığın içinde küçük bir ışık gibi oldu mor teması seçildiğinde eyvah ne bulacağız mor tartışmaları. Biraz komik, biraz çocuksu bu tartışmalar sırasında bıraktık endişeyle boğazımıza dizili kahkahaları birkaç gün. İyi geldi. Ne kadar ihtiyacımız varmış…

Artık gelenekselleştirdiğimiz yılbaşı öncesi yemek için buluştuk bir lokantada. Bu sefer mora boyadık yeri göğü, üzerimizde sevgi kalkanı morlarımız. Mor kahkahalarımızla diğer müşterileri kıskandırdık. Bu iyimser bakış tabii. Kırk tane kadının çıkardığı gürültüden rahatsız da olmuş olabilirler. Neşenin, dostluğun, sevginin çıkardığı gürültü rahatsız edici olabilir mi? Olmamalı ama bazen bilmeyince insan…

Burulmaktan ağırlık çökmüş yüreklerimizi, dumura uğramaktan algılama zorluğu çeken beyinlerimizi dinlendirdik bir gün. Sevginin, birbirini olduğu gibi kabul etmenin /edilmenin sımsıcak iyileştirici gücünün kollarına bıraktık kendimizi. Bu enerjiyle adım atacağız 2016’ya. Mor kalkanlarımızla yürüyeceğiz yeni yılın bizlere taşıdığı zorlu yollardan.

Pembe temalı yılbaşı yemeklerimizin bir an evvel gelmesi dileğimle 2016’ya hoş geldin diyorum. İyilikler, güzellikler, sevinçler dilemek âdetten. Diliyorum tabii ama önce barış diyorum. Barış oldu mu gelecektir zaten gerisi…

12 Kasım 2015 Perşembe

GÜMÜŞLÜK AKADEMİSİ'NE AÇIK MEKTUP

Cennetin İnsanları Merhaba,

Kendi kendime girdiğim yazı macerasının tıkandığım bir noktasında keşfettim Gümüşlük Akademisi’ni. Bildiğimden değil, tesadüf! Elimde yarım yamalak bir roman taslağı, aylardır kaldığım yerden bir adım ilerleyemiyorum. Afaganlar basmış, ne yapacağımı bilemezken çıktı karşıma Akademi. Daha doğrusu “ İlk Dosya” atölyesi. Aman, ne güzel, tam bana göre.

Gümüşlük Akademisi nerede bile bilmiyorum ama “akademi “ kelimesinin bana verdiği sağlamlık, güvenilirlik ve bilgi yuvası etkisi, atölyenin hocası Nalan Barbarosoğlu’nun felsefe eğitimi almış, birçok kitabı olan bir yazar olması, bende doğru yerde olduğum hissi uyandırıyor. İnternette atölye hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için Gümüşlük Akademisi’ne girdiğimde, o da ne? Allahım, burası cennet! Yok, yok! Cümlelerinde kaybolduğum bir çok yazar burada ders veriyor. Harika! Hepsine gidebilsem. Keşke... Zamanla... Sırayla...

Akademi’nin nasıl gerçek bir cennet olduğunu görmem bu seneye nasip oldu. Geçen sene Akademi’nin İstanbul, Arnavutköy’deki yerinde başladığım atölyelerin devamı olarak, esas merkezi olan Bodrum, Gümüşlük’teki bir atölyeye katıldım. Daha yeri görmeden, Halikarnas Balıkçısı üzerine yapılacak bu atölye, içinde barındırdığı deniz, Bodrum, Halikarnas Balıkçısı, hümanizm, öykü, yazı gibi ögelerle bana cenneti vadediyordu. Çok heyecanlıydım. Ancak oraya gidip, beş gün hiç oradan çıkmak istememezcesine kalınca, hayalimin çok ötesinde bir cennet olduğunu, kendi cennet tanımımın bile burayı hayal edebilmekte eksik kaldığını gördüm. Merak edenlere hemen söyleyeyim; huri, muri yok. Huri kendinizsiniz…

Ancak isteyenin, arayanın bulabileceği şekilde, doğanın içine, ona uyacak biçimde yerleştirilmiş küçücük bir tabeladan başka yol göstericisi olmayan Gümüşlük Akademisi’nin toprak yollarından şoför söylene söylene ilerlerken, sıcakta, havaalanından yaklaşık 1,5 saatlik bir yolculuktan sonra bu ince detayın farkına varmıyorsunuz başta. En nihayet varmış olmanın keyfiyle kendinizi Akademi’nin merkezinde bulunan toplanma noktasına attığınızda, dört bir yandan gölgesini bir armağan gibi sunan meşe ağaçlarının çerçevelediği, üzerlerine tünemiş kurbağalarla nilüferleri, içinde yüzen kırmızı balıklarıyla bir gölet karşılıyor insanı. Suya yansıyan ağaçların nefes kesen görüntüsü, cır cır böceklerinin coşkulu hoşgeldin’i, devasa meşe ağaçlarının armağan gölgesi, oradan oraya koşuşturan tavukların neşeli gıdaklamaları, oraya ulaşmak için yaşanan stresli uçak ve araba yolculuğunun yorgunluğunu bir çırpıda alıveriyor. Kendinizi doğanın sarmalayan iyileştirici ellerine bırakıyor, aklınızda yüreğinizde olan ne kadar olumsuz düşünce varsa, hepsini bu doğal güzellikler içinde eritip bırakıyorsunuz.

Zannetmeyin ki, cennetin tamamı bu. Bu manzara karşısında serinlerken, yan masaya yazar Mahir Ünsal Eriş oturuveriyor. Evet evet, hani kitaplarını keyifle okuduğunuz yazar. Bu kişi dönemine göre Mario Levi de olabilir, Haydar Ergülen de, Ümit Ünal da, Yekta Kopan da. Kısacası edebiyat, sinema, tiyatro, resim, seramik, felsefe vb dalların ustalarıyla aynı mekânda dostane bir sohbet tutturabiliyorsunuz. Düşünsenize, doğanın içinde, ilgilendiğiniz alanın en iyi hocaları ve aynı amaca yönelik, heyecanlı öğrencilerle bir aradasınız. Tüm gün ilgi alanınız olan konuyla yaşıyor, onunla hemhal oluyor, diğer tüm şeylerden arındırdığınız beyninizi sadece o konuya odaklayabiliyorsunuz. Çok yaratıcı, ilham verici bir ortam. Şimdi burası cennet değil de ne?

Yol yorgunluğunu atmış, kendime gelince, öğreniyorum ki, gölete doğru yürürken gördüğüm, atölyelerin yapıldığı toplantı odası, kütüphane, alana serpiştirilmiş odalar, amfitiyatro ve yemekhanenin kapsadığı alandan çok daha büyük bir yer burası. Görünmez noktalarda organik tarım alanları, resim, seramik atölyeleri de var. Yok yok! Sanatla, doğayla ilgilenen herkesin gönlüne hitap eden bir şey muhakkak bulunabiliyor burada.

Doğanın tabii örtüsüne mümkün mertebe en az seviyede dokunulduğunu görünce, giriş yolunun neden asfaltlanmayıp toprak bırakıldığını anlıyorum. Doğanın en öz hali korunmak istenmiş burada. İnsanın da… Zaten sanat da insanın özüne inip onu ortaya çıkarmaya çalışmıyor mu? Akademi’de kurulu düzen ve işleyiş tam da buna hizmet ediyor. Öyle önünüze kurulu sofralar, servis yapan garsonlar falan yok. Herkes yemeğini, içkisini, suyunu kendi alıyor, tabağını kaldırıyor, küllüğünü kendi boşaltıyor. Odaların kapılarını ne uyurken ne de gündüz kimse kilitlemiyor. İnsana güven temel esas burada. İçgüdüsel olarak, ortamın insanın içinde dokunduğu en saf halini korumak istiyorsunuz. Bu kuralsız, doğal, içinizde unuttuğunuz temel insani değerleri ortaya çıkaran yerde iyi hissediyorsunuz. Ve insan…

Bu çerçevede Halikarnas Balıkçısı’nın öykülerinde buram buram kokan hümanizm tam yerini buluyor. Onun öykülerini okumak, analiz etmek, coşkuyla yazmak için daha iyi bir yerde olamazdım. Bu heyecan yazıma da yansıyor. Üç öykü çıkarıyorum bu cennet köşede!

Gençler diyorum, gençler! Gençlerin gelip kalmaları, buranın parçası olmaları gerek. Hayatı yeni yeni anlamaya başladıkları, hayatın içlerindeki saf duyguları parçalamaya başladığı sıralarda burada bir zaman geçirmeleri, yaşam döngüsünün içinde azalmaya, yitip gitmeye mahkûm insani değerlerin gerçekliğini, geçerliliğini onlara gösterecek ve yok edici tüm zorlamalara karşın bu değerlere sahip çıkmalarını sağlayacaktır. Buna yürekten inanıyorum.

Cennet ölümden sonra değil yaşamdadır inancıyla, bu cenneti bize sunan Gümüşlük Akademisi yaratıcılarından Latife Tekin'e, buranın yaşamasını mümkün kılan, bir nefer gibi çalışan yöneticisinden, bahçıvanına kadar herkese en içten teşekkürlerimi sunmak istiyorum. İyi ki varsınız, iyi ki yolum sizinle kesişti. Varlığınız insanlığa olan inancımı tazeliyor.

Kışın Arnavutköy'de yeniden görüşmek üzere. Önümüzdeki yaz içinse yerimi şimdiden ayırın lütfen. 

Sevgiyle kalın,


Yasemin Pforr

http://www.gumuslukakademisi.org/

4 Kasım 2015 Çarşamba

ÇIKMAZ SOKAK


Çok seversin sen çıkmaz sokakları. Eskiden tabela falan da koymazlardı. Bilmeden girer, sokağın sonuna geldiğinde geri geri sürmek zorunda kalırdın arabayı. Dar da olur bu sokaklar! Boynun dönebildiği kadar geriye dönük, direksiyon hâkimiyetin zayıf, yalpalaya yalpalaya, dura kalka dönerdin sokağın başına. Sokak uzunsa yandın! Ağrır da sonra o boyun. Hoş! Şimdi tabela koyuyorlar da ne oluyor? Görüyor musun ki! Bodoslama dalıyorsun sokağa, hiç sağa sola bakmadan. Bir keyif, aman sorma gitsin, kısa yolu buldum diye diye sürüyorsun arabanı, ta ki karşına bir duvar çıkıncaya kadar. Kalıyor musun orada öyle! Sana müstahak. Bir sinir, bir öfke! Kim koymuş bu duvarı buraya? İnsan bir tabela koyup uyarır, değil mi? Var kızım var tabela, hem de kocaman. Var da gören kim? Gördün de görmemezliğe geldin. Nedir bu inat? Bile bile lades. Hayatla da böylesin sen! Hep çıkmaz sokaklardasın. Önüne dikilmiş duvarları yıkıp geçme, kimsenin geçemediği yerlerden geçme inadın var senin.

Arabanın içinde, karşısındaki duvara boş boş bakıyordu. Burası neresiydi, nasıl gelmişti buraya bilmiyordu. Bir hışımla evden çıkmış, arabasına atlamış, deli deli sokaklarda sürmeye başlamıştı. Öfkeden hâlâ göğsü inip kalkıyordu. Sanki acelesi varmış gibi önüne çıkana hırsla korna çalmış, trafiğin sıkıştığı noktalarda, girebildiği ilk sokağa dalıp o düğümü atlatmaya çalışmıştı. O sokaklardan biri olmalıydı. Dar bir sokaktı. Yan yana dizilmiş, ahşap, eski tip cumbalı evlerden oluşuyordu. Kimi yenilenmiş, yeni boyalarıyla pırıl parlıyor, kimi eski hüzünlerini taşıyordu hâlâ üzerinde. Yüksek duvarla çevrilmiş bir ikisinin sadece çatısı ve bahçesinden yükselen meyve ağaçları yüz veriyordu sokağa. Yolu asfaltlanmamış olsa, yapıldığı zamanda asılı kalmış bir sokak gibiydi. Güzelim Arnavut kaldırımlarını yok ediyorlardı. Yol üstüne park edilmiş son model arabalar iyice daraltmıştı sokağı. Herkes illa kapısının önüne park ediyordu artık. Yol yolluktan çıkmış, güzelliği gitmiş kimsenin umuru değildi. Hiçbir şey kimsenin umurunda değildi.

Duvar yıkılmıyor ama sen yıkılıyorsun her seferinde. Farkında mısın? Bir de beceremedikçe tırıs tırıs geri. Çok sinir bozucu! Boyun fıtığı bile oldun bu yüzden. Hala anlamadın mı? Çıkmaz sokak yazıyorsa çıkmaz sokaktır. Çıkar sokak yapamazsın sen onu.

Yüzünden yol yol akan gözyaşlarını fark etti. Nefes alamıyordu. Balık gibi ağzını açtı, kapadı. Sanki o nefesi alabilse yüreğindeki ağırlık gidecek, üzerindeki yükü o nefesle dışarı atabilecekti. Deniz, deniz kenarına ulaşmalıydı. Denizin akıntısına derdini verip, tuzlu, yakıcı kokusunu içine çekip nefes almalıydı. Her zaman denizin sonsuz maviliğinde huzur bulur, sakinlerdi. Dönecek yer yoktu. Geri geri gitmeliydi. Arkaya dönüp arkasında uzanan dönemeçli, ince yolu görünce geri çıkamayacağı duygusuna kapıldı. Ne ileri gidebiliyordu ne geri! Saatlerdir – senelerdir - içinde tuttuğu gözyaşları boğazından yol bulup nar taneleri gibi ortaya saçıldı.

Bak! Gene çıkmaz bir sokağın sonunda duvarın karşısındasın. Gözün fellik fellik duvardan geçebileceğin bir delik arıyor. Bulsan, arabanı olduğu yerde bırakıp yolun geri kalanını yürümeye razısın. Öyle bir yarık bulup geçsen ne olacak? Aferin sana, süper kahramansın deyip alkışlayacaklar mı? Madalya üstüne madalya verip seni göklere mi çıkaracaklar? Hem kim onlar? Seni alkışlayacak olanlar? Sen zaten bu insanlara karşı durduğundan, onların değerlerine paye vermediğinden, kimsenin cesaret edemediği sularda yüzüp, bu çıkmaz sokaklara girmiyor musun? Alkışlasalar ne olur, alkışlamasalar ne olur? Sen kendini alkışlayabilecek misin?

Duvara bakıp ağladıkça duvar şekil değiştiriyor, dört senesini kendisinden çalan adama dönüşüyordu. Daha bu sabah, sakince, onun duygularını hiç umursamadan hayatında ona yer olmadığını telefonda – telefonda! – söyleyen adama. Bütün hayallerini üzerine kurduğu, en başından beri mantığının tüm uyarılarına karşı, yüreğini koyup her türlü zorluğa, iniş çıkış, geliş gidişlere rağmen asla bırakmadığı, iki sene evvel başka bir kadınla yoluna devam edeceğini söylemesine rağmen sevgisinden bir damla azaltamadığı adama. Birkaç ay evvel hata yaptığını söyleyip geri döndüğünde ne kadar mutlu olmuştu. İnsanlar hata yapardı değil mi? Hemen kollarını açmış, sorgusuz sualsiz kabul etmişti. Hata kimdeydi?

Duvar sana bakıyor, sen duvara. Tüm heybetiyle dikilmiş karşında, alay ediyor seninle. Öfkeleniyorsun! Bak, tekme bile attın duvara. Hani duvardan parçalar düşse, yaralamışsın gibi sevineceksin neredeyse. İnsan değil kızım o, duvar duvar! Taş üstüne taş konup arası harçla doldurulan duvarlardan. Sağlam yani, ne yapsan yıkılmaz, kırılmaz. Sen öyle misin ya? Tekme attın, ayağın acıdı. Öfkesi de cabası. Kendine zarar. Duvarın umurunda mı? Hiç tınmadı bile. Hem sen kimseye kıyamazsın ki! Yapamazsın. Kimseyi acıtamazsın. Ondan mıdır bu duvara vuruşun? Sana kıyıp senin kıyamadıklarına mıdır kırgınlığın?

Kanser teşhisi konmuş kadına. Onu aramış teşhisi öğrenince. Dönmesi lazımmış ona, bırakamazmış. Çok seviyormuş kadın onu. Morale ihtiyacı varmış. Vebali boynuna kalırmış. Vicdanmış. Telefonda bunları duyunca hiçbir şey diyememiş, ya ben? ya biz? soruları boğazın boğumları arasına sıkışıp kalmıştı. Karşı tarafın görmediği başını aşağı yukarı sallamış ve telefonu kapamıştı. Anlamak, anlayışla karşılamak onun işiydi. Hep öyle olmamış mıydı?

Ne yapacağını bilemez durumda etrafına bakınırken,  evinin önündeki merdivene oturmuş küçük bir kız gördü. Suratı asıktı kızın. Parmağını üzerindeki pembe, kolları çekiştirilmekten uzamış hırkanın yenine dolamış, birisini beklermiş gibi sürekli yolun başına doğru bakıyordu. Onun da vardı öyle pembe bir hırkası. Şeker pembesiydi aynı kızın üstündeki gibi. Kızın annesi olması için yaşlı, orta yaşın üzerinde bir kadın çıktı evin kapısından. Kızı içeri çağırdı. Kız omuzlarını silkip içeri girmek istemedi. Kadın da omuz silkip bıraktı onu, içeri girdi. Göz göze geldiler kızla. Kız el edip yanına çağırdı onu. Arabadan inip kızın yanına gitti. Kız elinden tutup onu eve soktu. 1970’lerin mobilyasıyla döşenmiş, eski kokan bir evdi. Yerdeki halıya çarptı gözü. Anneannesinin salonunun ortasında duran büyük halının aynısıydı. Sevmezdi o halıyı. Burada da battı gözüne. Kız onu salonun başköşesine oturttu. Muhtemelen anneanne olan kadın girdi salona. Kızı görünce “ hah, girdin mi içeri? Aferin, üşütecektin yoksa. Aylardır görmediğin anneni hasta karşılamak istemezsin değil mi?” dedi kıza. Davetsiz geldiği için oturduğu yerden mahcubiyetle kalkıp elini uzattı kadına. “Ben Pelin, torununuz davet etti beni “diyerek açıklamaya girişti. Kadın, sanki o orada yokmuşçasına, elini karşılamadan, açıklamasını duymadan çıktı salondan. Huzursuzlandı Pelin. Büfenin üzerinde dizi dizi dizilmiş fotoğraflara baktı. Kızın hiç fotoğrafı yoktu çerçevelerin herhangi birinde. Tanıdık bir duygu gezindi yüreğinde. Annesinin evindeki çerçevelerde de olmamıştı hiç fotoğrafı.

Kapı çaldı. Kız sevinçle koşarak kapıyı açmaya gitti. Anneanne de koşarak geldi içeriden. Kapıda genç bir erkeğin koluna girmiş genç bir kadın duruyordu. Kız adama bakıp kaldı. Annesi sarılıp öperken, geri sarılmadı, gözü adamda durdu öylece. Annesinin kollarından sıyrılınca koşup kaçtı içeri. Annesi gitmedi kızın peşinden, Pelin gitti. Onu, küçücük, karanlık, penceresiz odasında ağlarken buldu. “Neden ağlıyorsun? Sevinmedin mi annenin babanın geldiğine?” diye sordu yumuşakça. Kız, sımsıkı kapadığı dudaklarının arasından belli belirsiz bir “ o babam değil “ çıkardı sadece. Pelin sarılmak istedi, kız itti. İçeriden genç kadının “ biz evlenmeye karar verdik” sesi duyuluyordu. Pelin duydu, kız duymadı.

Parmağını sallayarak benim hayatım, ben de yaşayacağım diyordu duvar şimdi de karşısında duran ufacık kıza. Üvey ailesinin kalabalık sofralarının en dip köşesine iliştirilmiş, fotoğraf karelerinde yer almadan geçmişti hayatı. Annesinin düğününe çağırılmayınca, zararsız bir karıncanın üzerine görmeden basılıp geçerken “canım ne var, görmemişim işte “ denilebilecek kadar görünmez olmayı öğrenmişti. Sesi hiç çıkmamış, çıkamamıştı. Parmağın sahipleri değişse de hep o izin vermişti parmağın sallanmasına. Hep anlayan olup, birazcık sevgi, biraz anlayış için çığlık çığlığa anne rolünü giyinmemiş miydi çocukluğundan beri? Herkese annelik yapmasının bastırılmış çocukluğunun gözyaşları olduğunu kimse anlamamıştı. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini umursayan var mıydı? O var mıydı? Gerçekten var olmuş muydu? Kızı, kızı bile, tatillerde Amerika’dan gelmeyeceğini,  oraları sırtında çantayla gezeceğini söylememiş miydi birkaç hafta evvel?  Her hayatını yaşamak isteyenin yolundan çekilmek, yok olmak, görünmemek üzerine kurulmamış mıydı hayatı? Yok olmak, görünmez olmak… Bu kelimelerle zihninde oynadı biraz. Ben kimim patladı beyninde. Öfkeyle arabadan çıkıp duvarı tekmelemeye, yumruklamaya başladı. Tekmeledikçe hırsını alamıyor, ayağının, elinin acısını hiç duymuyordu. Elleri kan içinde kaldı. Duvardan bir taş parçası düşse, onun da canının yandığını anlayacak, belki rahatlayacaktı biraz. Ama düşmedi. Sapasağlam, dimdik, tekmeleri, yumrukları umursamadan durdu öylece. Çaresizlik bir taş gibi oturdu yüreğine.

Bassan geri ne olur? Yenilir misin? Yenil, ne olacak? Ölmezsin ya! Yenildiğin bir duvar sonuçta. Bir duvara kafa tuttuğunu kime söylesen güler valla. Kimse cesaret edemiyor ondan mı? Duvarı yenersen hayatı da mı yeneceksin? Hahaha, komiksin. Bir duvara kafa tutmak cesaret değil, aptallık! Hayata kafa tutma işiyse bambaşka. Yanlış yoldasın. Ne zaman anlayacaksın? Her tarafın paramparça olup kan revan içinde kalınca mı? Yorulup tekmeleme, yumruklama gücün kalmayınca mı?

Yıllardır arka sırada durup, en ön sırada oturmanın hayalini kurmuştu. Nasıl becereceğini bilemediğinden tam da bu hayalinden vazgeçerken çıkmıştı adam karşısına. Başlarda bir bebek gibi onu sarıp sarmalamış, el ele tutuşup beraber bir gelecek hayalleri kurmuş ama sonra nedense birden elini bırakıvermişti. Annesinin eli gibi, adamın da eli elinden kayıp gidince hissettiği boşluk gittikçe büyümeye ve onu kaplamaya başladı. Yeni baştan başlamaya, kimseye kendini anlatmaya gücü yoktu. Sahi, anlatabilse ne anlatacaktı? Üzerine bindirilmiş sorumluluklardan, herkese sonsuz izin verdiği fütursuzca bir şey isteme hakkından sonra ne kalmıştı geriye? Kendisi için bir şey yapanların karşısında utançtan ezilecek kadar, çocuk olmayı bile bilememişti ki! Büyüyememişti çocuk. Yıllardır köşesinde cezalı oturuyordu, her sesi çıkar gibi olduğunda cezası uzatılmacasına. Çocuğun nefessiz hıçkırıklarını duydu. Bedenini, ruhunu kapladı. Sarıp sarmalamak istedi çocuğu. Çocuk izin vermedi. Kırgın, sırtını döndü ona. Neden ağlıyorsun diye sordu yavaşça. Çocuk, dudaklarını sımsıkı birleştirerek cevap vermedi ona. Ona uzattığı eli boş kaldı. Var oluşunun şu duvarın taşları arasında un ufak olduğunu hissetti. Duvarın harcında iki damla gözyaşı gördü.

Bak güzel kardeşim, buradan geri geri çıkıp az ilerideki sokağa girip, ilk sol sonra ikinci sağ yaparsan ulaşırsın gitmek istediğin yere. Biraz daha uzun gibi görünse de, sen burada olur ha duvarı delebilsen bile geçecek zamandan daha kısa. Sağlam bir sinir, yaralanmamış ayak da artısı. Akıllı ol, inadı bırak. Gücün de, canın da sana kalsın.

Yok yok, o yolları bir daha baştan geçemezdi. Her yeni yolda, her yeni umuda tırnaklarıyla asılmış, her seferinde kendinden bir parça bırakmıştı. Yanındaki bordo boyalı evin pencere pervazında coşkulu kırmızı sardunyalar çarptı gözüne. O çiçekler gibi coşmak istemişti oysa. Onlar gibi heyecanla hayata açmak, kırmızı kırmızı parlamak istemişti. Kırmızı yaktı içini. Kazağının bile kırmızısı solmuştu. Bu kadar acıyla, bu kadar paramparça olmuş bir yürekte renk mi kalırdı? Solup gitmişti her şey, solup gitmişti hayat. Çağlayan gözyaşlarının arasından duvarın kendisiyle dalga geçercesine güldüğünü gördü. Zayıflığını kimseye gösteremezdi. O da kahkaha attı duvara karşı. Acı bir kahkaha…

Görüyor musun pencereye çıkmış insanları? Kimse de aferin, helal diyen bir bakış var mı? Deli diyor bu bakışlar. Kimse bilmez senin içindekini. Dışarıdan nasıl görünüyorsa öyle konuşurlar. Ancak haklılık payları yok mu? Delirmiş gibi durmuyor musun? Bir duvarın karşısında dikilmiş, inadım inat, illa buradan geçeceğim diye tekmeleyip duran biri. Sen kendini görsen sen bile deli derdin. Zavallı da eklerdin peşine.
Hadi kızım, bin arabana ufak ufak geri bas.
Hadi güzel kardeşim.
Aklını yitirmeden,
Bas geri…


Arabasına geri binerken, pencereye çıkmış neler oluyor diye bakan insanları gördü. Onlara gülümsedi hatta el salladı. Sakin, arabasını çalıştırdı, geri vitese taktı, ağır ağır geri gitti. Durdu. İleri vitese takıp, kalan tüm gücüyle gaza basarken yüzündeki gülümsemeyi kimse görmedi. Gazetelerde adının kocaman, koyu harflerle yazıldığını görüyordu o anda.  

9 Eylül 2015 Çarşamba

KALİMERA


Herkes uykunun davetkâr çağrısına karşı koyamayıp, onunla randevularına yetişmek üzere kamaralarına iniyor. Bense bu davette kendime yer bulamamış, uykunun uzaktan el sallayarak diğerlerine ev sahipliği yapmak üzere gidişini seyrediyorum. Kimin umurunda? Yanımızdan geçen bir balıkçı teknesinden aldığımız, denizden yeni çıkmış, henüz canlı balıkları kızartıp yanına salata ve rakıyla yenen yemeğin tatlı sarhoşluğu hala üzerimde. Teknenin en önüne yanıma “yolluk” bir rakı alarak gidip uzanıyorum. Ne yolu, nereye yolculuk bilmiyorum.

Üzerimi örten gecenin ipeksi karanlığında binlerce yıldız benimle cilveleşircesine göz kırpıyor. Tekne, içindekilere ninni söylercesine hafif hafif sallanıyor. Her tarafımı saran siyahi sonsuzluğun içinde hem yapayalnız hem de evrenle bütün olduğumu hissediyorum. Öyle bir battaniye ki bu, insanı sımsıkı sarıyor, ısıtıyor, içine alıp kendisinde eritiyor. Varlığım geceyle bütünleşmiş, yıldızlardan biriyim. İnanılmaz bir huzur duygusu kaplıyor içimi. Bu gökyüzünün dünyanın her yerinden aynı göründüğünü, yıldızların aynı parladığını düşündükçe ruhumda sınırlar kalkıyor, evrenle bütün olduğum duygusu ruhumda iz bırakmış tüm anıları, acıları yıkayıp temizliyor. Çıt yok. Sadece sallanan teknelerin direklerinin çıkardığı hafif çıtırtılar denizin sessiz türküsüne katılıyor. Huşu içinde kendimden geçmiş, bu duygunun içinde yok olmak, bu andan hiç ayrılmamak istiyorum.

Kalymnos’a demirlemiştik. Bodrum’dan tekneyle yaklaşık bir buçuk – iki saatlik uzaklıkta olan bu Yunan adasına vardığımızda, koya girerken, bir tepenin üzerine yapılmış bembeyaz boyalı, küçücük kilise dikkatimi çekmişti. Hiçbir özelliği olmayan, yuvarlak kubbesinin üzerine konan hacıyla – hilal olsa cami de denebilecek – bu bina, nedense sadeliği ve iddiasızlığıyla bir Tanrı evinden ziyade tüm insanlığı kucaklayan sıcacık bir ana kucağı gibi gelmişti bana.  İçimde kabaran huzur duygusuyla – belki de o anda kendimi Tanrıya yakın hissettiğimden – o kiliseyi arıyor gözlerim. Karanlığın içinde beyaz boyasıyla hayal meyal seçilebilen bu kilise, gündüz ışığında yansıttığı sıcaklıktan bir nebze kaybetmiş, yalnızlığın hüznünü bürünmüş gibi geldi. Kollarını açıp beklediği çocukları mı gelmemişti? Boş kalmış kollarının hüznü mü çökmüştü kubbesine? Üzülme, ben geldim.

Sallanan teknenin ninnisinde, sessiz denizin türküsünde çocukluğumun Atina sokakları belirdi yavaş yavaş.

-       Manos, at topu amaa. Biz de oynamak istiyoruz.
-       Siz kızsınız, golü tutmazsınız. Biz Peter’le oynayacağız.  Siz bebeklerinizle oynayın.
-       Ne demek golü tutamazsınız? Öyle bir tutarız ki sen bile şaşarsın. Değil mi Andrea?,   diye sinirli sinirli cevap verdi Helena.

Babamın işi gereği Atina’da taşındığımız mahallede komşunun çocuklarıydı Manos ve Helena. Manos on iki yaşında ağabey, Helenaysa ondan iki yaş küçük kızkardeşti. Andrea ve Peter de bizim gibi oraya taşınmış Alman bir ailenin çocuklarıydı.  Onların yaşı Manos ve Helena’ya yakındı. Ben mi, daha altı yaşındaydım. Erkekler onlarla oynamamdan hoşlanmazlar ama kızlar bana sahip çıkardı. Genellikle oynadıkları top oyunlarında kenardan seyreder, Helena’nın arada bana mahsusçuktan yavaşça attığı toplarla ara sıra oyuna katılırdım. Evcilik oynandığında, Helena ve Andrea anne baba rolünü değiş tokuş etseler de ben her zaman evin çocuğu olurdum. Özellikle anne olmak isterdim ama izin vermezlerdi. Bazen öfkeden ağlar, onlar da gerçekten çocuklarıymışım gibi beni teselli etmeye çalışırlardı oyunun içinde. Türkiye’ye döndüğümüzde, evcilik oyunlarında bir daha hiç çocuk olmadım.

En çok ailelerimizle birlikte toplandığımız geceleri severdim. Babalarımız aynı işyerinde çalışıyordu. Birinin evinde yapılan yemeklerde çocuklara sonsuz izin verilir, evin annesinin ortaya döktüğü kıyafetlerle giyinir, tepinerek dans ederdik. Yaş farkının en aza indiği zamanlardı. Yaz aylarında anne babalar bizi bırakıp terasa çıkar – tüm evlerin terası ya da balkonu vardı – kış aylarındaysa yemek sofrasında sohbete devam eder salonun geri kalanını bize bırakırlardı. Ne bağrışmamızdan, ne müziğimizden azarlandığımızı hatırlamıyorum. Sanıyorum özellikle annem ve Alman anne Maria, memleketlerinden uzak bu yabancı ülkede çocuklarının yalnızlık hissetmemesinden mutluydular. Yunanlı çocukların annesi Anjelika çok güzel ve yumuşak bir kadındı. Uzun boyu, simsiyah uzun saçları, iri, kara gözleriyle bana kraliçe gibi görünürdü. Özellikle onlarda toplandığımızda, onun giysilerini giymekten, ona benzemeye çalışmaktan hoşlanırdım.

Bu üç farklı ülkeden gelmiş aile aralarında İngilizce anlaşırdı. Annemin İngilizcesi iyiydi, Anjelika ve Maria da dertlerini anlatacak kadar biliyorlardı İngilizceyi.  Biz çocuklarsa, çocukluğun verdiği bir kıvraklıkla öğrendiğimiz çat pat Yunancayla konuşurduk. Babam çok üzülmüştü sonraları, orada öğrendiğim Yunancayı unuttuğum için. Çabuk geldiği gibi çabucak da gitmişti demek ki. Her neyse, anlaşamamazlık diye bir şey olmazdı. Belki de saf çocuk yüreklerimizle anlaşmak istediğimizden, hiç sorun olmadı bilmediğimiz kelimeler. Bu üç kadın ve biz çocuklar ayrılmaz olmuştuk. Anneler çarşıya beraber çıkar, kahvelerini birbirinin evinde içer, her hafta birinin evinde karılı kocalı, çoluklu çocuklu yemeklerde buluşulurdu. Bu yemeklerde anneler, belki de memleket hasretiyle kendi ülkelerine özgü yemekleri özenle hazırlar ve gururla diğerlerine sunardı. . Maria bugün hâlâ lezzetlerini damağımda hissettiğim harika pastalar, tatlılar yapardı. Yemeklerini sevmezdim fazla ama yemekten sonra çıkaracağı tatlıyı heyecanla beklerdim. Her birimizin doğum gününde pastayı yapmak işi Maria’nındı.  O zamanlar hazır pasta alma âdeti yoktu. Her üç kültürde de pastayı evde yapmak makbuldü.

Türk ve Yunan mutfağı birbirine benzediği için zaman zaman Anjelika ve annem o yemeği kimin kimden çaldığı konusunda tatlı tatlı atışırlar ama tartışmanın sonucunda hiçbir değişiklik olmaz, herkes kendi bildiğinden şaşmazdı. Anladığımdan değil, annem anlatmıştı sonraları. Hatta bir seferinde annem, Türkiye dönüşü memleketi Ula’dan getirdiği patlıcanlarla oraların meşhur yemeklerinden Yağlı Padılcan yapmış da ortalık iyice alevlenmiş… Domates sosunun içinde yatmış bembeyaz patlıcanların üzerinde az bir kıyma ve inci taneleri gibi bütün, ezilmemiş, doğranmamış  sarımsaklarla bezenmiş yemeği sofraya getirdiğinde gururla,
-       Bu bizim oraların yemeğidir, yağlı padılcan deriz, demiş.
-       Bu bildiğimiz musakka yahu, bizim buraların yemeğidir, diye atılmış Anjelika. Patlıcanları biraz farklı doğramışsınız o kadar.
-       Musakka bizde de yapılır ama bu farklı. Patlıcanı bize özel.
-       Patlıcan patlıcandır. Nesi özel ?
Alman mutfağında kullanılmadığından, patlıcan konusunda sıfır bilgiye sahip olan Maria şaşkın şaşkın bu atışmayı izliyormuş. O da “patlıcan patlıcandır “ diye düşünüp Anjelika’nın tarafını tutmuştur eminim. Ne bilsin Ula patlıcanı diye bir şey olduğunu!
-       Ula patlıcanı incedir, normal patlıcana göre nispeten küçüktür. Bütün kullanabilirsin. Tadı da çok acı değildir, hafif tatlımsıdır.

Gerçekten de annem yağlı patlıcan yaptığında patlıcanları göbeğinden ikiye kesip bütün bırakır. Çocukken fazla sevmediğim bu yemek, lezzetini anladığım yaşa geldiğimden beri en favori yemeklerimdendir.

-       E canım, şekli farklı olsa da içerik aynı. Kıymasını da daha az koyuyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Mis gibi de sarımsak kokuyor. İştah açıcı, diyerek yemek için sabırsızlığını ifade etmiş.
Annem hala bu tartışmanın net galibi olamamış olmanın verdiği bir hınçla olacak, anlatmaya devam etmiş.
-       Öyledir. Önce kokusu gelir insanın burnuna. Buram buram bir sarımsak kokusu.
-       Sarımsağın bu kadar çekici bir kokusu olduğunu ben de burada öğrendim, demiş Maria.
-        Öyle bildiğin sıradan bir sarımsak kokusu değil, patlıcanın acısıyla karışmış, kendine has bir koku. Zaten sarımsak pezevengidir bu yemeğin. ( bunu gerçekten dedi mi ya da nasıl dedi bilmiyorum, bana anlatırken heyecan içinde eklemiş olabilir)  Sanki patlıcanla lezzet mücadelesine girmiş de zafer kazanmış komutan edasında işveli işveli salınır patlıcanların üzerinde.
-       Komutana da benzettin ya, âlemsin ama doğru, sarımsak alır götürür yemeği, diyerek bir kahkaha atmış Anjelika.
-        Öyledir valla. Eh! Yaklaşık on-on beş dişle girdiğini düşünürsek bu mücadeleye, yedi-sekiz askerle savaşan patlıcanın şansı azdır bu savaşta. Gene de öldürdüğü askerlerin acısını bırakıverir kan rengi domates sosunun içine. Sarımsakla kol kola oluşturdukları bu rahiyaya çiçekler gibi süsleyen kıyma da eklenince bambaşka bir şey olur. Ne musakkaya benzer, ne de başka bir şeye, diyerek zafer kazanmış bir edayla noktalamış konuşmasını.

Annemin dediğine göre, Maria kendini tutamamış alkışlamış annemi. Anjelika da bu kadar şairane bir anlatım karşısında pes etmiş. Afiyet ve iştahla yemişler yağlı padılcanı.

Annemin bunu her anlatışında sımsıcak bir sevgi ve derin bir dostluk hissederim. Dünyayı sınırsızca birleştiren bu sonsuz gökyüzünün altında aynı sıcak sevgiyi ve insanlığın bütünlüğünü hissediyorum. O anda benimle aynı anda, aynı duyguları paylaşan milyonlarca insan olduğuna inanıyorum.  Belki de bana göz kırpan yıldızlar, kendi dillerince bana “merhaba” diyen insanlar. Aralarında çocukluğumun arkadaşlarının da olduğuna inandığım bu yıldız insanlara doğru rakı bardağımı kaldırıyorum. Bedenimi, ruhumu saran bu sevgiyle yıkanıyorum. Gökyüzünü gece gece çiçekler gibi bezeyen yıldızların her birine ayrı ayrı sesleniyorum. Biliyorum, yüreğinde insan sevgisi barındıran herkes beni duyuyor. Ancak ruhun en derininde hissedilebilen bu ateşin hepimizi birbirine kopmaz bir dostluk bağıyla bağladığını iliklerime kadar duyumsuyorum.
-       Selam olsun herkese. Kalimera !


8 Eylül 2015 Salı

BİR FOTOĞRAF KARESİ ÜZERİNE

Günlerdir Aylan bebeğin resmi gözümün önünde… “Nasıl bir fotoğraftır o? “ dedi bir arkadaşım. Evet, nasıl bir fotoğraftır o? İnsanı can evinden vuran, bir görüp bir daha bakamadığın bir fotoğraf… Berkin’in ve Van depreminde ölen Yunus’un kara gözleri ve yıllar içinde hayatlarının baharında yaşama veda etmiş daha niceleri eşlik ediyor bu görüntüye. Hangi din, dil, ırk, milletten olduğu önemli değil, çocuk olma noktasında birleşiyor hepsi. Ölen çocuk oldu mu infial ediyor vicdanlar, başka bir kederle çarpıyor yürekler.

Yeni bir yaşam umuduyla binilen botun dalgalara yenilip devrilmesi geliyor gözümün önüne. Annenin,babanın dalgaların içinde batıp çıkan çocuklarını bir çırpınışla kurtarmak için çabalarken yaşadıkları dehşeti hayal ediyorum ama tam hissedemiyorum. İki evladını ve eşini kaybetmiş baba. Bir daha yaşayabilecek mi o baba? Aynen Doğu'da askerlik yapan evlatları olan annelerin her gün nefeslerini tutarak uyumadan yaşamaya çalıştıklarını hayal edebildiğim ama tam hissedemediğim gibi. Hissedebildiğim kadarı bile yakıyor içimi ki benim acım onlarınkinin yanına yaklaşamaz. Her evlat anasının-babasının kınalı kuzusu, can damarı... Diyecek söz kalmıyor. Tıkanıyorum...

Daha hayatın tozlu virajlarından kirlenmemiş bu çocukların,  yaşamanın ne demek olduğunu bile anlamadan yaşamdan göçüp gitmelerine isyan ediyoruz hepimiz. Haklıyız da. Ancak bugün, dün, evvelsi gün, daha evvelsi gün şehit olan askerlerin, dağlarda savaşan teröristlerin, mülteci botlarında yaşamlarını yitiren annelerin babaların, dünyanın herhangi bir yerinde savaşıp ölenlerin ve öldürenlerin de bir zamanlar çocuk oldukları düşüyor aklıma. Şehitlerimize üzülüyoruz tabii üzülmesine ama ölen bir çocuk oldu mu bir başka sızlıyor içimiz.  Sanki yitirilmiş çocuk saflığımızın ardından bir ağıt yakıyoruz.

Peki, hangi noktada yitiriyoruz bu çocuk saflığımızı? Hangi noktada yetmiyor insanca yaşamak? Hangi noktada devreye giriyor güç hırsı? Hangi noktada körleşiyor yürekler? Hangi noktada unutuyoruz insanca yaşamanın bir bacağının da kardeşçe ve barış içinde yaşamak olduğunu? O kırılma noktasında aramalı belki çözümü…

Elli iki senelik yaşantım boyunca tek bildiğim gerçek şudur ki; hangi millet, din, dil, ırktan olursa olsun acının, kederin, aşkın, sevginin dili birdir. Herkes sevdiğini korur, ölüsünün arkasından ağlar. Ne birinin sevgisi diğerinden fazla, ne de diğerinin kederi öbüründen eksiktir. İnsan olmanın, insanca yaşamanın temeli bunu kabul etmekten geçiyor. Gücün, hırsın bu temeli yıktığını neden göremiyor bazılarımız? Onlar da dünün çocukları değil mi? Komşum açken, bir aile kaybından dolayı acı içindeyken ben keyif içinde olabiliyorsam nerede kaldı insanlığım? Paylaşamıyorsam acıyı, sevinci yaşamanın nefes alıp vermekten öte ne anlamı var? Bu kadar acı etrafında bile birleşemiyorsak vay halimize!

İnsanca yaşamak… Unuttuk çoktan… Nefes alıp veriyoruz sadece yaşadığımızı zannederek.


Ve bir fotoğraf karesinin üzerinden kanatlanıp gidiyor çocukluğumuz... 

14 Ağustos 2015 Cuma

AY DOĞDU

                                                              Küçük Kara Balık – Behrengi’ye saygıyla.

Zil çaldı. Sabahın erken saatinde çalan bu zil Ali’nin derin uykusuna değmeden geçip gitti.  Rüyasında kendisine yer bulmuş “hadi kalk” arkasını dönerek savuşturuldu. Yüzünde şefkatle gezinen el ve yanağına konan öpücük Ayşe’nin silüetinde şekil aldı. Daha sert bir “hadi kalk” ve sarsıntı - dürtülme demek daha doğru - Ali’yi uykunun sımsıcak kavrayan kollarından dehşetle sıyırdı. “Ne oluyo yaa? Deprem mi var?” diyerek korkuyla gözlerini açtı. Annesinin gülen gözleriyle karşılaştı. “Hadi kalk oğlum, bugün okul başlıyor” diyen annesine şiddetle “gitmiceem, gitmek istemiyorum” diyerek başını tekrar yastığa gömdü.

Zil çaldı. Yaz tatilinin ardından öğrenciler sınıf sınıf dizilerek okulun bahçesinde toplandılar. Okul müdürünün yaptığı uzun, sıkıcı konuşmayı henüz uykudan açılmamış gözleriyle, bir sağ bir sol ayaklarının üzerinde sallanarak dinlediler. Ayşe kocaman, beyaz bir kurdele bağlanmış atkuyruğu saçıyla Ali’nin iki sıra önünde, İstiklal marşını göğsüne topladığı derin nefesle coşkuyla, dimdik söylüyordu. Ali de dikleştirdi kendini. İstiklal marşı okunduktan sonra herkes sınıflarına dağıldı. Koridorda önünde, yanında kız arkadaşıyla yürüyen Ayşe, heyecanla yaz ödevi için verilen okuma kitaplarından Küçük Kara Balık’ı çok sevdiğini, o küçük kara balık gibi olmak istediğini anlatıyordu. Ali huzursuzlandı. Öyle bir kitap mı okunacaktı?  Babası tatil başlar başlamaz kitapları alıp odasına koymuştu ama hâlâ ilk bırakıldıkları yerde öylece duruyorlardı. Dağlarda, tepelerde özgürce koşturmak, derede bir balık gibi yüzmek varken kitap mı okunurdu? Kendisi bir küçük kara balıktı zaten. Annesinin ısrarıyla ne zaman defterin başına geçse hayallere dalar, elindeki kurşun kalemle hayallerini şekillendirirdi sayfalarda. Defter dolmuştu.

Ayşe sınıfın en çalışkan öğrencisiydi. Her zaman kolalı bembeyaz yakalı, jilet gibi önlüğüyle okula gelir, ödevlerini hiç aksatmaz – çoğunlukla öğretmenin istediğinden de fazlasını yapar-, öğretmen tarafından örnek öğrenci olarak gösterilirdi. Ali’lerin evinin az ötesinde, etrafı yüksek taş duvarla çevrili, büyük bahçeli bir evde oturuyorlardı. Zaman zaman Ali bu taş duvarın çatlakları arasından bahçeyi gözetler, sıklıkla onu geniş dalları, iri yapraklarıyla doğal bir kameriye haline gelmiş incir ağacının altında kitap okurken ya da ödev yaparken görürdü. Ağacın üzerinde olgunluktan çatlamış bardacıkları gördükçe Ayşe’nin onları nasıl görmediğine, görüyorsa bile onları yemek için ağaca tırmanmadığına şaşardı. Kendi bahçelerindeki incir ağacında hiç meyve bırakmamıştı. Daha sofraya gelemeden, ağacın tepesinde iştahla mideye indirmişti hepsini. Annesi “azıcık bize de bırak” diye şakayla karışık kızardı ona. Bardacıkları toplayıp Ayşe’ye verebilse Ayşe onu görür müydü?

Tam sınıf kapısında Ayşe birden arkasını döndü. Göz göze geldiler. Ali kızardı ve utangaç gülümsemeye çalıştı. Ayşe’nin bakışları Ali’yi geçti, arkasında duran birine kadar uzandı. “Geç kaldın… Merak ettim seni” dedi o birine. Dönüp arkasına baktığında o birinin Ayşe gibi sınıfın başarılı öğrencilerinden İnek Mehmet olduğunu gördü. Kıskançlık ve nefret birbirine karıştı. Kendisi hasta olup okula gelmediği günlerde Ayşe onu da merak eder miydi? Etseydi evlerine uğrar, sorardı herhalde. Gelseydi ona odasını, oyuncaklarını, kimseye göstermediği resimlerini gösterir, ağaçlardan meyveler toplar, en irilerini, en sulularını ona verirdi ama hiç gelmemişti. Bir keresinde okuldan eve kadar “beraber yürüyelim mi?” demişti de Ayşe kısaca “olmaz” diyerek yürüyüp gitmişti. Bir daha Ayşe’yle konuşamamıştı Ali.

Ders başladığında öğretmen yaz boyunca neler yaptıklarını sormuş, kimilerini ayağa kaldırıp anlattırmıştı. Allahtan bana sormadı diyerek rahatladı. Anlatacak fazla bir şeyi yoktu. Tüm yaz boyunca sokaklarda arkadaşlarıyla top oynamış, köyden gelen dedesiyle derede balık tutmuş, komşu bahçelerden meyve yemişti. Hayır, çalmamıştı. Canının çektiği kadarını yemiş gerisini bırakmıştı. Diğerleri gibi büyük şehirlerde yaşayan akrabaları yoktu. Babası malzeme almak için bazen büyük şehre giderdi ama ne onu ne de annesini hiç götürmemişti. “Görecek bir şey yok oralarda, buralar cennet, kıymetini bilin,” derdi hep. Babasına inanırdı. Hiç merak etmemişti oraları. İlçenin yakınındaki dere, orada çağlayan küçük şelale, dağlar, bayırlar yetiyordu ona. Bir de renkli kalemleri ve kâğıt olmalıydı hayatında. Babası her gittiğinde getirirdi.

Öğretmen yaz ödevlerinin yapıldığı defterleri masanın üstüne bırakmalarını istedi. Bu defterlerde tatile çıkmadan önce verilmiş kâğıtlardaki soruların cevapları ve okunmuş kitapların özetleri olmalıydı. Ayşe hemen süslü bir kapla kaplanmış iki defter çıkardı. Ali iyice huzursuzlandı. Öğretmen “yaz ödevini yapmayan var mı?” diye sorunca yüzüne al bastı. “Yapmayan varsa neden yapamadığını şimdi söylesin yoksa sıfır vereceğim” dedi. Kimseden ses çıkmadı. Öğretmen öğrencilerinin üzerinde gözlerini gezdirdi. Yerinde kıpırdanan birkaç öğrenci gördü. “Bir daha soruyorum, şimdi söylerseniz, doğruyu söylediğiniz için size bir hafta daha zaman vereceğim. O bir haftada yapabildikleriniz üzerinden not vereceğim” dedi. En önde oturan Ayşe arkasını dönüp sınıfa baktı. Ayşe’nin baktığını gören Ali kaldırmakta olduğu elini indirdi. Birkaç el kalktı. Kalkan ellerin arasında Mehmet’in eli yoktu. Allah kahretsin! Montofon n’olucak! Kimisi tüm kitapları okuyamadığını, kimisiyse kitapları okuduğunu ama özetlerini çıkarmadığını, kimi de matematik, sosyal ve fen konularını içeren kâğıtları yapmadığını söyledi. Ödevlerin hiçbirini yapmamış kimse yoktu. Ali sıfır almakla Ayşe’ye rezil olmak arasında sıkışıp kaldı. Ensesinden boşanan terleri hissetti. Öğretmen sıralar arasından geçip kendisine doğru geliyordu. Kalbi hızlandı. Tam önünde durdu. “Ali sen yaptın mı ödevlerini?” diye direk ona sordu. Bütün sınıf ona bakıyordu. Dili damağı kurumuş ağzından tek kelime çıkamadı. Öğretmenle göz göze geldiler. Öğretmen “Ali?” diye yineledi sorusunu. Başını “ yaptım “ anlamında salladı hızlıca. Öğretmen Ali’nin gözlerindeki korkuyu görmüştü, “aferin” diyerek arka sıralara doğru ilerledi.
Ders bitip yaz ödevlerinin olduğu defterleri masanın üzerine bırakıp sınıftan çıktılar. Ayşe’nin baktığını gören Ali, sabahleyin aleltelaş çantasına attığı defteri koydu defterlerin arasına. Allah vere de öğretmen defterlere baktığında, ödevini yapmamış olduğunu görünce sınıfın ortasında rezil etmeseydi onu. Annesinin babasının okula çağrılıp şikâyet edilmeye razıydı da Ayşe’nin önünde küçük düşmeye razı değildi gönlü. Gece yatağında bunun için dua etti. Ninesi bir şeyi çok istersen Allah’a dua et, istediğini sana verir dememiş miydi?

Ertesi hafta Pazartesi derse başladıklarında öğretmen tüm defterleri getirip dağıtmaya başladı. Ali geçen hafta içinde bu konu bir daha açılmadığı için bu konudan yırttığını sanıp rahatlamıştı. Masanın üzerinde bir kule oluşturmuş defterleri görünce midesine sancı girdi. Artık kaçış yoktu. Öğretmeni onu sınıfın önünde azarlayacak, Ayşe de ömür boyu onun yüzüne bir daha bakmayacaktı. Gözlerine yaşlar doldu. Hayır ağlamayacaktı, erkekler ağlamazdı. Boğazına bir yumruk gibi oturmuş acısını yutkunmaya çalıştı ama bazen boğaz acıya dar geliyordu. Dişlerini sıktı, omuzlarını dikleştirdi. Ayşe defterden beş almıştı, gururla yerine oturdu. Sıra kendisinden daha uzun boylu olduğu için daha arka sıralarda oturan Mehmet’e geldiğinde, yanından geçerken ona çelme takıp yere düşürdü. Bütün sınıf güldü. Mehmet yüzünden fırlayıp giden gözlüğünü takarken “görürsen sen” diye tısladı. “Dışarıda görüşürüz” diyerek tehdidini gördü Ali. Öğretmen “neler oluyor orada? Sessizlik lütfen” diye sınıfı azarladı. Mehmet’in aldığı beş kargaşaya geldi. Ali mutsuz gülümsedi. Nedense bu içini rahatlatmamıştı. Önündeki deftere öfkeyle çizmeye başladı. Geri kalanların kaç aldığıyla ilgilenmedi. Deftere çizdiği desen gittikçe büyüyor ve kararıyordu. Gittikçe kanatlarını kocaman açmış, ağzından ateş püsküren bir ejderha şekillenmeye başladı.

Masada tek defter kalmıştı. Öğretmen “Ali Yüksel, dört” dediğinde defterin içine iyice gömülmüş, adının okunduğunu bile duymamıştı. “Ali gel buraya” diye tekrar çağırdı onu öğretmen. Defteri Ali’ye vermeden önce sınıfa dönerek “Ali ödevini çok farklı, çok güzel yapmış, görmenizi isterim. Kitapları çok güzel resimlemişsin ama verdiğim kâğıtları yapmamışsın, onun için dört” dedi. Defterin içinde derenin içinde yüzen balıkları çizdiği sayfayı açıp tüm sınıfa gösterdi. Ali kıpkırmızı oldu. Utanarak defterini aldı ve yerine oturdu. Sevinç ve şaşkınlık arasında bir yerde kalakalmıştı.

Zil çaldı. Sınıftan çıkarken Ayşe yanına yaklaştı. “Eve beraber yürüyelim mi? Yaptığın resimleri bana gösterir misin?” dedi hayran hayran parlayan gözleriyle. Ali’nin içine ay doğdu.


10.08.2015

9 Ağustos 2015 Pazar

KARDELEN

Gün… Gene aynı... Hep sıradan… Gene kalktık işte boş bir güne. Başımda bir basınç. Tansiyonum mu çıktı gene? İlaçlarımı almalı. Almasam? Ölür müyüm? Ölsem… Şu kuş. Ne güzel de ötüyor sabah sabah. Ölmek istemiyor insan. Korkuyor. Korkuyorum ölümden. Ölsem geçer mi içimdeki sızı? Fena geçmedi hayat aslında. Ne çok gezerdik Adnan’la. Ne çok şey gördüm sayesinde. Allah rahmet eylesin. Adnan erken bıraktın beni. Sen varken azalmıştı. Unutmuştum neredeyse! Unutmamıştım tabii, insan unutamıyor ama hafiflemişti sanki. Düşünmeden geçirdiğim günler oluyordu. Sonra acı bir suçluluk hissediyordum. Ah! Adnan sana hiç söyleyemedim. Nevrotik sanıyordun beni. Hahaha! Ben de sığındım buna. Hahahaha! İyi kalpli kocam benim, hiç düşünmedin neden böyleyim diye. Sorsaydın, belki? Güzel bir oyun oynadık seninle. Hahahaha!

Kuş düşüncelerine ritm tutmuş başka bir notadan ötüyordu sanki. Büyükhanım yatağından yavaş yavaş kalktı. Pencereye gidip perdeleri açtı. Masmavi bir gök, Boğaz’ın derin suları günaydın dediler. Kuş ona şöyle bir bakıp uçtu gitti.

-       Mühibeee! Bu vazoda niye laleler yok? diye gürledi, aşağı iner inmez gözüne çarpan eksikliği fark ederek.

Mühibe “ sabah sabah tövbe, bismillah “ diyerek koşturdu Büyükhanım’ın yanına. Yıllardır bu evde çalışıyordu. Hanımının lale takıntısını biliyordu. 
Konağın Boğaz’a bakan penceresinin önünde duran sehpanın üzerindeki vazoda her daim lale olmalıydı. Nedense! Onun garipliklerine ne kadar alıştım dese de o tiz sesini duydu mu irkiliyordu gene de. Yorgundu, bezgindi. Yaşlıydı.

-       Solmuşlardı, attım ben de. Sipariş verdim çiçekçiye getiriyorlar, dedi bıkkınlıkla.

Büyükhanım uzatmadı Allah’tan. “ Tamam tamam “ diyerek onu gönderdi yerine yani mutfağa. Mühibe hemen kahvesini yaptı. Daha fazla sinirlendirmeye gelmezdi.

Boğaz’ın suları dingin, nazlı nazlı salınıyordu. Güneş daha şimdiden havayı ılıtmış, tüm neşesiyle gülümsüyordu. Açık pencerelerden bahar havası sızmıştı içeri. Pencerenin önündeki ağaçlar çiçek açmış Büyükhanım’a selama durmuşlardı. O hiç birini fark etmedi.

Dalgın dalgın sokağa bakıyordu. Ne telaş vardı sabahın bu saatinde! İnsanlar işe yetişmek için hızlı adımlarla, kaldırım taşlarına vura vura yürüyorlar, çocuklar okula neşe içinde koşuyorlardı. Hele anneler! Çocuklarını okula bırakıp geri dönme telaşı içinde üzerlerine ne varsa geçirirler, bir rüküşlük panayırına dönerdi ortalık. Seviyordu sokağı. Canlıydı. En çok da tam sokağın dönemeç yaptığı noktayı sever, o köşeden aniden çıkacak sürprizleri tahmin etmeye çalışırdı. Oyun işte! Hayat da bir oyun değil miydi?

Birden kalbi duracak sandı.

Tam o köşeden, altında şalvar, üzerinde örgü yeşil hırka, yüzünde verevine sargı olan bir kadın, hoplaya zıplaya giden bir kız çocuğunu elinden tutarak döndü. Yandan iki at kuyruklu, kâhküllü, beyaz yakalı siyah önlüklü, okula yeni başlamış olacak kadar küçük bir çocuktu bu. Çocuk kahkahalar atıyor, annesinin “ dur, yavaş kızım “ sözlerine aldırmadan hoplamaya devam ediyordu.

-       Mühibeee, koş koş. Çabuk gel.
Mühibe, yılların ağırlığını sürüye sürüye geldi.
-       Kim bu kadın Mühibe? Tanıyor musun?
-       Haa o mu? İki sokak ötede kapıcı bunlar. Bakkalda karşılaşıyorum bazı bazı. Talihsiz kadın. Kocası yüzünü bıçaklamış diyorlardı geçen gün.

***
Nimet, o hep önünden geçtiği konaktaki hanımın kendisiyle görüşmek istediğini duyunca şaşırmıştı. Kızını okula götürürken veya alırken bazen pencerede otururken görürdü onu. Saat kaç olursa olsun, topuz yapılmış saçları, mücevherleriyle her an sokağa çıkacak gibi hazır otururdu orada. Ne istiyordu ki ondan?

Leyla’yı okuldan aldıktan sonra çaldı kapılarını. Leyla hiç görmediği kadar büyük bu evin ihtişamından, her an kırılacakmış gibi duran narin, antika mobilyalardan, su damlalarından yapılmış çiçekler gibi asılı avizelerden çok etkilenmişti. “Sakın bir şeye dokunma “ diye sıkı sıkı tembihlenmişti. Annesinin hırkasına yapıştı. O yaşlı teyzenin süt ve kurabiye teklifini aç olmasına rağmen geri çevirdi; annesinin korkusundan.

Beraber çıktılar Büyükhanım’ın yanına. Leyla gözlerini kocaman açmış, ayrı köşelere dağılmış koltuk takımlarına, sehpalara, sehpaların üzerindeki biblolara hayretle bakıyordu. Kendi evleri bu salonun bir köşesi kadar bile yoktu.

-       Adın ne senin? diye sordu Büyükhanım. Biraz sert mi sormuştu?
-       Nimet efendim, dedi çekinerek.
-       Nimet, burada çalışmak ister misin? Mühibe yaşlandı artık, yetişemiyor işlere. Ona yardımcı lazım.

Mutfaktan kulak veren Mühibe duyduğuna inanamadı. Son senelerde artık yapamadığını, kendisine bir yardımcı alınsa iyi olacağını hep söylemiş ama Büyükhanım kulak ardı etmişti bu dediklerini. Şimdi ne olmuştu da fikri değişmişti? Her neyse ne, çok sevindi. Eğer Nimet kabul ederse, hafta sonları izin gününde belki bir gece de kalabilirdi Sultangazi’de oturan kızında. Torununu koynuna alıp şöyle…

Nimet de inanamadı kulaklarına. Başına devlet kuşu mu konmuştu? Devamlı içen kocası ona geçen hafta bıçak çektiğinden beri ne yapacağını düşünüyordu. Sık sık döverdi kocası, ona alışmıştı, ama bıçak çekmek! O başka bir şeydi. Korku girmişti içine. Bu sefer yüzünde bir yarayla kurtulmuştu ama bir daha ki sefer? Alkol şişede durduğu gibi durmuyordu ki!

Bir şangırtıyla hepsi birden irkildiler. Leyla annesinin eteğinden sıyrılmış, az ötedeki sehpanın üzerinde duran porselen kuş bibloyu eline almıştı. Oynarken elinden kaymış ve biblo kırılıp tuzla buz olmuştu. Nimet parçalara bakarken birkaç saniye evvelki umutlarının da tuz buz oluşunu gördü.

-       Ben sana hiçbir şeye dokunmayacaksın demedim mi!

Sesi kapalı dudaklarının arasından tıslayarak çıkıyor, kırılmış umutlarının öfkesi gözlerinde parlıyordu. Hızla kolundan çekiştirerek kızı kaldırdı yerden. Leyla ağlamaya başladı. “ Sus be sus, ağlama! “ İyice sinirlenmişti. Utanç, hayal kırıklığı hepsi birbirine karışmış, bir an önce buradan gitmek istiyordu. Kaçmak… Onu bekleyen bildik karanlığın içine sığınmak…

-       Çok… çok özür dilerim Hanımefendi. Biz gidelim. Hadi Leyla!
-       Nereye gidiyorsun? Daha cevap vermedin teklifime. Hem çocuk o. Oynayacak da kıracak da.

Büyükhanım Leyla’nın yaşlı gözlerine baktı. Kendi Lale’si yaşasaydı da böyle kırıp dökebilseydi keşke. Yaşamadı. Yaşayamadı. Soğuk bir kış sabahında solup gitmişti, daha bir aylıkken. Aynen adı gibi… Büyük aşkla evlendiği ilk kocası Rıza da bebeğin ölümünden sonra gitmişti evden. Dayanamamışlardı acıya. Kar örtmüştü hayatındaki en güzel şeyleri. Bahar hep gelir gibi olmuş ama don yapıp açamamıştı çiçekler. Leyla’yı hayalinde canlandırdığı kızına benzetmişti. Yüreğindeki buz erimişti görür görmez.

-       Gel bakayım yanıma.

Leyla annesine baktı. Annesi başıyla onaylayınca ürkek adımlarla Büyükhanım’ın yanına gitti. Büyükhanım yanındaki sehpanın üzerinde duran gümüş kuş bibloyu aldı, Leyla’ya uzattı.

-       Bununla oynamak ister misin? İstersen senin olabilir. Ben en çok dışarıdaki gerçek kuşlarla oynamayı seviyorum. Onlarla şarkı söylüyorum beraber. Sen de söyler misin?

Leyla çekinerek gümüş kuşu eline aldı. Büyükhanım elini uzattı. Onun buruşmuş, lekeli ellerine elini verip, berjerde ondan kalan küçücük yere sığdı. Bir kuş ötmeye başladı. Baharı hissetti Büyükhanım. Çiçekler mis gibi kokuyordu.


27.02.2015

9 Mayıs 2015 Cumartesi

HER ÇOCUK BİR MÜCEVHERDİR... HER ANNE DE BİR SANATÇI...

Her çocuğu eşsiz bir mücevher gibi görürüm. Tıpkı toprak altından bin bir emekle ham halde çıkarılıp bir usta tarafından ince ince işlenerek gün yüzüne çıkarılan bir mücevher gibi. Her biri kendine özel, benzersiz… Mücevherler birbirlerine benzese de, ya taşın kalitesinin ya kesiminin ya modelinin farklılığı onları birbirinden farklı kılar. Çocuklar da öyle. Genel toplum ve ahlak değerleri çerçevesinde yetişse de kendine has özelliklerinden dolayı aynı aileye mensup çocuklar bile birbirinden farklılık gösterir. Bir çocuğun yetişmesinde, bir mücevher gibi ışıl ışıl parlamasında en önemli etken annedir. Babaların da önemini azımsamıyorum tabii. Beraberce çocuklarını nasıl şekillendireceklerine, nasıl yönlendireceklerine karar verseler de en önemli iş anneye düşer. İyi bir usta gibi, sabırla ince ince işler çocuğu.

Bu işleme sırasında en önemli şey, taşın yani çocuğun karakterine göre bir tasarım planlamaktır. Nasıl taşın kalitesine, yapısına uymayan bir model yapılmaya çalışıldığında taş kırılır veya çatlarsa,  çocuğunda kendi kapasite ve özelliklerine uygun bir yöntem izlenmezse çocuk da kendisinden bekleneni vermez. Kırılır, ortaya kendi içindeki cevheri gösterip parlayamayan, sıradan bir ürün çıkar. Doğduğu andan itibaren çocukla birebir ilişki halinde olan annenin işidir çocuğun içindeki cevheri keşfetmek. O cevheri keşfettikten sonra, onu şekillendirip parlatmak, ortaya eşsiz bir ürün çıkarmak anne-babanın işidir. Çocuklarını kendi gerçekleşmemiş arzularının yolculuğuna çıkarmadan, onların beceri ve isteklerinin yolculuğunda eşlik etmek hem yolculuğu daha keyifli kılar hem de varılan noktada ulaşılan yerin göz kamaştırıcı güzelliğine doyum olmaz.
 
Bir kadının rahmine çocuk düştüğü andan itibaren o kadın annedir artık. Çocuğun dokuz ayda büyüyüp doğması gibi, aynı süreçte bir kadının da içinde annelik duygusu serpilip büyür. Çocuk doğduğunda içgüdüsel olarak ne yapması gerektiğini bilir. Hiç denenmemişin getirdiği bir korku duysa da, yaşamak için kendisine muhtaç bu varlığın karşısında korkularını kısa sürede yener. Dünyaya gözlerini açığı anla birlikte annenin ve çocuğun beraber büyüme süreçleri başlamıştır artık. Doğumdan evvel ve sonrasında, çocuk yetiştirme konusunda kitap üstüne kitap devirse de, ailenin ve çevrenin önermelerini dinlese de, bir anne çocuğu büyüdükçe onun hiçbir kitaba uymayan, çevrenin önermelerinin karşılığını bulamayan kendine has özelliklerini keşfetmeye başlar. İster istemez kendi yöntemlerini geliştirir. Zamanla o çocuk ve anne arasında eşi benzeri olmayan bir ilişki oluşur. Kimsenin tam anlayamadığı, babanın bile dâhil olamadığı. Mücevher ve ustasının arasındaki bağdır o. Her sanatçının kendi eserini çocuğu gibi görmesi bundandır. Günlerce, aylarca belki yıllarca önündeki tuvalle veya notalarla veya kelimelerle cebelleşerek, onların kendisine fısıldadıklarına kulak vererek kendi yapmak istediğiyle, onların yönlendirmelerini harmanlayarak eserini ortaya çıkarır ve topluma sunar.

Her anne bir sanatçıdır.

Toplumun genel geçer doğrularından, çocuk yetiştirmenin kabul gören yöntemlerinden sadece kendi çocuğuna uygun olanları alıp, kendi yöntemlerini geliştirmek tahmin edemeyeceğiniz kadar zordur. Örneğin akademik anlamda başarılı olmayıp, sanatçı yönü ağır basan bir çocuğu mümkün olan en iyi okullarda okutmayıp, sanat ağırlıklı okullara verme kararı, okurken insana kolay gelse bile, yaparken o kadar kolay değildir. Çevreden, aileden bin ses çıkar bir kere. Daha yaşı küçük olan çocuğun gelecekteki alternatiflerinin sınırlandığından, yaşı küçük olduğu için ileride değişebileceğinden, bir sanatçının para kazanamayacağından dem vurulur önce. Alttan alta da çocuğun geleceğinin düşünülmediği, kolaya kaçıldığı ima edilir. Çocuğunu ileride başarı basamaklarının en tepesinde görmek isteyen bazı babalar bile karşı çıkar bu düşünceye. Başarı, toplumun değerlerine göre belirlendiğinden, kabul görmüş, kazancı yüksek meslekler hedeflenir. Kötü niyet yoktur aslında. Gelecekte geçim sıkıntısı yaşamaması arzulanır. Peki ya mutluluk? Çok parası olanın kesinlikle mutlu olduğu varsayılan bir fenomendir. Kendini gerçekleştirebilen, içindeki arzuları hayata geçirebilmiş insan mutludur. Bunu yapabilen insan da başarılıdır. İşte bu noktada annelerin varlığı çok önemlidir. Çocuğunu iyi tanıyan, onun hayat yolculuğunda ona eşlik ederek çocuğun iç bütünlüğe ulaşmasında destek verecek olan annedir. Çocuğun iç bütünlüğüne karşı olan her durumda, çocuğunu can siperhane korumaya çalışan gene annedir.

Babaların itiraz ettiğini duyar gibiyim. Arada istisnalar olsa da, kabul edelim ki çoğunlukla çocuğun iç yolunu keşfeden, babaya bunu aktaran, bu yolda giderken kendisine destek olunması gerektiğini söyleyen annedir. Bazı babalar hemen aynı yolu yürümeye başlayarak ellerinden gelen desteği esirgemezler, bazı babalarsa kendi doğrularından şaşmayıp çocuğu doğru olduğuna inandıkları yola çekmeye çalışırlar. Her türlü örneğini görüyoruz toplumda.

Anne, bir sanatçı gibi, eseriyle birlikte yol alan, gelişen, onun ortaya çıkmasında yardımcı olandır. Çoğunlukla ilk planlananın dışında bir eser çıkar ortaya. Anne, bu nihai halini almış eseri beraberce geliştiği için en iyi anlayıp, kabul eden ve onu en içten sevendir. Çocuk her sendelediğinde beraber sendeleyen, ondan evvel ayağa kalkıp onun elinden tutan, kafası karıştığında yolunu yeniden bulmasına yardımcı olandır. Bir karşılık da beklemez. Çocuğunun varlığını bir mücevher gibi taşır üzerinde. Çocuk ne kadar mutluluktan parlarsa o da o kadar parlar. Arada bir söylenen sevgi sözcükleri ve bir gülümseme ona yeter.


Anneye saygının, sevginin, takdirin günü olmayacağından Mayıs ayındaki Anneler Günü’nü anlamsız bulsam da, günlük gaileler içinde sevgimizi yansıtmayı ihmal edebildiğimiz koşuşturmaların içinde böyle bir günün varlığı belki de gerekli. Her ne kadar bir güne sıkıştırılmış sevgi gösterilerinin yeterli olmadığını düşünsem de. Çocuklarına hiç kurumayan sevgi pınarlarından sonsuz sevgi akıtarak ömür boyu onların hayat yolculuklarında ellerinden tutup beraber yürüyen bu kadınların, sadece bir gün değil, her gün taçlandırılmaları gerektiğini düşünüyorum. Zor bir şey değil bu. Sadece içten bir gülücük ve öpücük yeterli. Unutmayalım ki, akılda kalan, yüreğe değen o kişiye yönelttiğiniz sevginin sıcaklığı, içtenliğidir. 

27 Nisan 2015 Pazartesi

DEPREME HAZIRLIKLI MIYIZ?

Gene deprem… Gene binlerce ölü, binlerce yaralı ve sayısız toprak altında kaderi belli olmayan… Günlük yaşantının içinde yaşayıp giderken doğanın öfkesi sonucu hayatları tamamen değişen insanlar… Daha birkaç sene evvel Van’da bu gün Nepal’de. Nerede olduğu çok fark etmiyor; insanın olduğu her yerde deprem yıkıcı. Deprem hattı üzerinde bir ülke olduğumuzdan benzer acıları sık sık yaşayanlar olarak Nepal’in acısını derinden hissedebiliyoruz. Aynı çaresizlik hissiyle depremde kaybettiğimiz insanlarımızı anarak, bu acılı ülkeye dualarımı yolluyorum.

Gerçekten çaresiz miyiz? Deprem oluşumu önlenebilir değilse de depreme karşı önlem alınabilir. 1999 yılında Gölcük depreminde felaketin boyutu yapıların depreme dayanıklı yapılmamasından, çimentoya bolca kum karıştırıldığından büyümüştü hatırlarsanız. Keza Van’da da öyle. 1999 depreminden sonra, deprem İstanbul’da da hissedildiğinden ve bazı bölgelerde hasara yol açtığından, deprem yönetmelikleri çıkmıştı acilen. Hatta her bölgeye acil durum için konteynerler konulmuştu. Sonra zaman içinde kaldırıldı. Van depremi uzak kaldı ya, o sıralarda vatandaşlarımıza çok üzüldük, birkaç gün yaklaşan İstanbul depreminden bahsettik ama sonra unuttuk. Şimdilerde elektrik bağlatmak istediğimizde DASK  (Doğal Afet Sigortalar Kurumu) , yani zorunlu deprem sigortası yaptırmış olmanız şartı aranıyor. DASK poliçenizi gösteremezseniz elektrik alamıyorsunuz. Bu tabii bir şey ama ne depremi önleyen bir şey ne de deprem sonrası hayatta kalanların yaralarını tamamen sarabilen bir şey. Devlete fon yaratıyor, o ayrı…

Deprem yönetmeliklerine gelince, ne kadar kontrol ediliyor emin değilim. Eskiden oturduğum apartmanda oturan mühendisler olmasına, sağlamlaştırılması gereken sütunların varlığını kendileri ifade etmelerine rağmen, bir türlü gereken para toplanıp o sütunlar sağlamlaştırılmadı. Ne gelen oldu, ne giden, ne kontrol eden. Yeni binalar deprem yönetmeliğine göre yapılıyor ama ne bileyim, ülkemizde istenen her türlü evrak bir şekilde elde edilebiliyor ya, ona da güvenim az. Umarım yanılıyorumdur.

Nepal depremini inceleyen uzmanlar, İstanbul depreminin iyice yaklaştığından bahsediyorlar. Aslında hepimizin bildiği ama zaman içinde unuttuğu bir gerçek bu. Her depremde tekrar hatırlanan sonra tekrar unutulan. Gerçekte hiç unutulmaması gereken. Japonya gibi deprem hattı üzerinde yerleşik ülkelerin yapması gereken binaları depreme dayanıklı yapmak. Onlar gibi bunu önceliğe almak. Japonya’daki bir deprem sırasında bir ofisin içini gösteren bir video izlemiştim birkaç yıl önce. Sakindi insanlar. Yapılarına güvenleri tam, sarsıntının geçmesini bekliyorlardı. Japonya’da gerçekleşen yüksek ölçekli depremler olmasına rağmen çok büyük kayıplar duyulmuyor oradan. Bu gerçekle yaşıyorlar ve önlemlerini alıyorlar. Ders alma diye bir şey değil mi?

Olası İstanbul depremini düşünüyorum da büyük bir felaket! Geciktikçe ölçeğinin daha da yüksek olacağı söylenen depremden olacak büyük can kayıplarının yanı sıra, deprem sonrası yaşanacak kaosu düşünmek bile istemiyorum. Eğer köprüler, yollar ve havaalanları zarar görürse ki muhtemelen görür, yardımların geç ulaşması, susuzluk, elektriksizlik, hastalık gibi kötü günler bekliyor İstanbul ve çevresini. Ekonominin kalbinin İstanbul’da attığı düşünülürse o yönden de büyük sarsıntı geçirir ülke. Sağ kalmakla bitmeyecek iş, sağ kalıp yaşamayı da becerebilecek düzenin kurulması lazım.


Deprem bir doğa felaketi. Buna yapılabilecek bir şey yok. Ancak deprem yaşandığında, onun yaratacağı hasardan korunmak mümkün. Sadece DASK yaptırmakla olmuyor. Yaşadığımız binaların güvenli olup olmadığını kontrol ettirmek, sağlamlaştırılması gerekenleri, paraya kıyıp sağlamlaştırmak gerek. Valiliklerin olası deprem sonrası için Acil Durum planları var mı bilmiyorum. Teoride vardır da pratikte ne kadar işler planlardır bilemiyorum. Eskiden çalıştığım bir şirkette bu tür acil durumlar için bir ekip kurulmuştu. Eğitimleri aldırılmış ve iş günü esnasında olabilecek bir acil durum için hazır bekliyorlardı. Şimdi o şirket kapandı. Onun gibi başka şirketler de var mı? Onu da bilemiyorum. Bilebildiğim, bizim için kaçınılmaz bir gerçek olan İstanbul depremi için hazırlıklı olmamız gerektiği. Bireylerin, kurumların, devletin hasarın en aza indirgenmesi için önlemler alması zorunluluğu. Sonradan hayatta kalanların söyleyeceği “vah, tüh” lerin kimseye faydası olmayacağı aşikâr.

22 Nisan 2015 Çarşamba

TEMBELİZ...

Tembeliz. Milletçe tembeliz. Genlerimizde mi var bu? Konuşmaya gelince mangalda kül bırakmıyoruz ama iş harekete geldi mi bir türlü kalkınamıyoruz. Hep armut piş, ağzıma düş durumları. Bu her konuda böyle. Bu ister siyaset olsun, ister kadın, çocuk, hayvan vs. hakları olsun, ister kitap olsun değişmiyor. Kısa yoldan, derinine inmeden öğreniveriyoruz hemen. Bu da bize yetiyor. Eskiden bu kadarını bile bilmiyorduk. Daha ne?!

Bütün demek istediğimizi 140 karaktere sığdırma zorunluluğu olan Twitter veya ondan bundan hop paylaşarak duvarımızı canlı tutabildiğimiz Facebook çıktığından beri iyice kolaylaştı işimiz. Zaten okumayı sevmezdik, şimdi hiç okumuyoruz. Alıntı yapılarak paylaşılan köşe yazılarının alıntılanmış kısmını okuyup linkini veya HAYTAP’ın bir cümleyle resimlediği bir sokak köpeği resmini beğenip paylaşıveriyoruz, olup bitiyor. Her konuda bilgili ve duyarlı görünüyoruz. Harika!

Facebook’ta yayınladığım blog yazılarımın ne içerdiği konusunda bilgi vermek amacıyla ben de yazıdan alıntı koyuyordum. Hani ilgisini çeken okusun diye. Bir ara alıntısız link verdim. Baktım bir şey fark etmiyor. Beğenen sayısı aynı. Yorum hemen hemen hiç yok. Okuyan sayısı ise beğenen sayısından az… Ayıp olmasın diye beğen tuşuna tıklayıveriyor bir kısım. Artık çözdüm kim gerçekten okuyor, kim okumuyor. Onun için, okumazsanız ayıp olmuyor arkadaşlar, okumadan beğenirseniz ayıp oluyor asıl.

Bu yorum yapma konusu apayrı. O konuda da tembeliz. Linkedin’de çoğunluğunu Amerikan yazar ve editörlerin oluşturduğu bir gruba üyeyim. Bir tartışma konusu açıldığında ki, sürekli yeni bir konu açılıyor, altında en az yirmi-otuz yorum oluyor. Öyle kısacık da değil. Uzun uzun anlatıyor kendini. Aynı şekilde bir Türk yazarlar grubuna da üyeyim. Kimse konuşmuyor, tartışma açmıyor. Biri es kaza açarsa da altında belki bir en fazla iki yorum oluyor. Çoğu yorumsuz akıp gidiyor. Bu insanların vakti bizden daha mı fazla? Yoksa öncelik verdikleri konular mı başka?

Kitaplara gelince, sosyal medyada bu resim üzeri aforizma modası çıktığından beri çok bilgilendik. Eserlerini asla okumadığımız yazarları biliyoruz artık çoğumuz. Bir pazarlama taktiği olarak paylaşılan bu aforizmalar satışa ne kadar destek veriyor merak ediyorum. Facebook’ta açtığım, edebiyat ağırlıklı sayfamda gözlemlediğim, aforizma paylaşırsam beğenen çok, bir yazarla söyleşi ya da bir kitap hakkında bilgi veren bir link paylaşırsam okuyan yok. Benim sayfamın edebiyat ağırlıklı olduğu belli. Edebiyata meraklı değilse neden üye oluyolar, anlamış değilim. Arkadaşlar destek amaçlı üye oluyor, onu anlıyorum da, hiç tanımadığım bir sürü üye var. Ne okurlar, ne yorum yaparlar, ne de bir şey beğenirler. Öyle duruyorlar orada, dekor gibi…

Hele hele konu siyaset oldu mu bayılıyoruz verip veriştirmeye. Facebook sayfalarında gezinirken insan yarın ihtilal olacak sanır! Bu kadar verip veriştirmenin üstüne kaçımız oy sandıklarında oylara sahip çıkmak için gönüllü olduk merak ediyorum. İş artık yasaklanan Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında bayrağı ele alıp sokaklara dökülmeyi geçti. Hoş, onu bile yapanlar az. Her sene biraz daha arttığını kabul ediyorum. Eh! Bu da bir adım.

Yanlış anlaşılmasın, bu yazıyı yazdığım için kendimi ayrı görmüyorum eleştirdiklerimden. Ben de bu gruptaydım bir süre evveline kadar. Ancak hiçbir zaman sosyal ortamlarda okumadığım bir şeyi beğenmedim veya paylaşmadım. En azından bu konuda dürüstüm. Siyaset konusundaysa geride kaldığımı, sadece konuşarak veya yazarak yeterli direnişte bulunmadığımın farkına vararak, daha çok okuyarak, bu konuda daha bilgili arkadaşlarımı dinleyerek, seçimde gönüllü olarak bu konuda kendimi geliştirmeye başladım.

Arkadaşlarım, kitabımı okuyanlar ve beni sosyal medyada takip edenler bilir; beş sene evvel hayatımı tamamen değiştirip yeni bir yola saptıktan sonra bilgi edinmenin hazzını keşfettim. Üç yıl evvel bir dostum Uçurtma Avcısı’nı okuyup okumadığımı sorduğunda okuduğumu söyledikten sonra kitapta geçen Peştun ve Hazara’lar hakkında bilgim olup olmadığını sormuştu. Olumlu yanıt verememenin utancını hissetmiş, eve gelir gelmez araştırıp okumuştum. O günden beridir de her bilmediğimi araştırıp öğrenmeyi kendime düstur edindim. Araştırmacı ruhu olanların bildiği gibi her edinilen bilgi yeni bilinmezlere yol açtığından, bir ucundan başladığınızda daha derin daha derin derken dipsiz bir kuyunun başında bulursunuz kendinizi. Bu kuyunun içinde gezinmek, bilgi dağarcığınızı yeni bilgilerle doldurmak, her edinilen yeni bilgiyle araştırılan konu hakkında daha fazla bir iç görü edinmek inanılmaz bir keyif.

Eğitim sistemimizin ezbercilik üstüne olduğunu düşünürsek çok araştırmacı bir toplum olmamamız normal. Kızımın okulunda sürekli verilen, araştırma isteyen proje ödevlerinin çokluğundan şikâyet eden velileri duydukça şaşırıyorum. Kime çektiyse artık, doğuştan araştırmacı ruhu olan kızımınsa en sevdiği, en detaylı yaptığı ödevler bu projeler. Bizim evde hiç sorun olmayan bu projeler birçok öğrencinin evinde sorun. Kendileri de, çocukluklarında ezberci bir eğitimden geçtikleri için olsa gerek, bu saatlerce internette araştırma gerektiren, kartonlara bilgiler aktarılırken konuyu desteklemek amaçlı yapıştırılan resimlerin bulunması için sayısız dergi karıştırılmasını, ister istemez yoğun bir zaman ve emek harcanan bu ödevleri anlamsız buluyorlar. Daha da kötüsü, çocuk yapmadığı için kendilerinin yapmak zorunda kaldıklarını sıkıntıyla ifade ediyorlar. Böyle bir ortamda yetişen bir çocuktan ne bekleriz gelecekte?

Böyle kolaycılıkla bir yere varılmıyor maalesef. Hepimiz, geçmiş deneyimlerimizden bunu içten içe biliyoruz aslında. Ruhumuza işlemiş tembellikten kurtulabilsek hem daha çok şey başaracağız hem de hayattan daha keyif alacağız. Bence öyle, siz ne düşünürsünüz bilemiyorum.




15 Nisan 2015 Çarşamba

ÖYKÜ MÜ? ROMAN MI?

Gene bir seçim dönemine girdik.  İster sosyal medya ortamında olsun, ister arkadaş toplantılarında olsun 7 Haziran’daki seçimlerden başka konu konuşulmuyor. Herkes ince hesapların peşinde, gönüllerindeki senaryoyu nasıl oldurabileceklerini bulmaya çalışıyor. Seçimde oy kapma peşinde olan siyasiler de mümkün olan her ortamda vaatler veriyorlar. Bu vaatleri çok dinledik, pek azının uygulandığını gördük. “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” derler. Bence de öyle. Onun için vaatleri dinlemiyorum. Geçmiş performanslarına göre karar verip oyumu kullanacağım. Hepimizin oyu vatana, millete hayırlı olsun.

Siyasetten bunaldığım şu günlerde kendimi gene edebiyata verdim. Her sıkıntımda, her bunaldığımda sığındım bir alan zaten edebiyat. Her ne kadar siyasetin de edebiyatın da ana konusu insansa da en azından edebiyatta daha saf, daha gerçek duygu ve düşüncelerle buluşabiliyorum. Siyasetin” bunu dedi ama şunu mu demek istedi acaba?” veya “dedi ama yapmayacak, şöyle şöyle olacak “ gibi teorilerini çözmeye çalışmak yoruyor beni.

Tipik bir Türk okuyucusu olarak yıllarca roman okudum. Gençlik yıllarımda öykülerle tanışmış olmama rağmen, öyküler pek tercihim olmadı. Geçen sene, el yordamıyla girdiğim yazı macerasında ilerlemek, yazma tekniği konusunda bilgi edinmek için başladığım yazı atölyeleri yolculuğunda keşfettim öykünün tadını. Türk edebiyatının değerli öykücülerinden Nalan Barbarosoğlu’nun “Güzel Yazı” atölyelerine başlarken, maalesef kendisini o tarihte tanımadığım için, bu yolculuğun beni öykü dünyasının büyülü satırları arasında dolaştıracağını bilmiyordum. Vakit, nakit ve lokasyon açısından bana uygun düştüğünden seçtiğim bu atölyenin bana öykü dünyasının derinliğiyle tanıştırmasını düşündükçe bu tesadüfün tevafûk olduğuna inancım perçinleşiyor.

Türk okuyucusu romancı. Bunu büyük zincir kitap mağazalarının birinde çalışan bir arkadaşım da doğruluyor. Geçen sene en çok satanların Türk edebiyatçıların romanları olduğunu söyledi bana. Öykü kitaplarıysa genelde bin adet basılıp yaklaşık 800-900 adet satılıyor. İstisnalar dışında pek başka baskı da yapmıyor. Avrupa ve Amerika’da değerinin karşılığını bulan öykü neden Türk okurlarda karşılığını bulamıyor? Oysaki birçok öykü yazarımız var. Birçok da genç yazar yetişiyor. Bizler ancak bir roman yazarı öykü de yazıyorsa tanıyoruz, sadece öykü yazarlarının bilinirliği maalesef düşük.

Türk insanının okumaya merakı zaten az. Günümüz gençliğinde okumaya merakın arttığını görüyorum. Bu sevindirici. Ancak takip ettiğim kitap sitelerinde tercih edilen kitapların popüler edebiyatın ürünleri ve çoğunlukla roman olduğunu gözlemliyorum. Roman, bir olay örgüsüne sahip, bütün hikâyeyi detaylarıyla anlatan, başı sonu belli, söylemek istediğini şüpheye fazla yer bırakmayacak şekilde anlatan bir tür. Değerli yazarlarımızdan Zülfü Livaneli ile bir sohbet etme fırsatı yakaladığımda, “ kitaplar T şeklinde okunur “ demişti,        “ T’nin üst yatay çizgisi olay örgüsünü anlatır, dikey çizgiyse derinliğini. Kimi sadece olay örgüsünü okur, yani T’nin üst yatay çizgisini görür, kimiyse olay örgüsünün içinde duygu ve düşünceyi de yakalar yani T’nin tümünü görür. “  Birçoğumuz okuyoruz okumasına da, okurken olay örgüsünün içinde kayboluyor, yazarın esas aktarmak istediği duygu ve düşünceyi kaçırıyoruz. Bir yerde başlayıp bir şekilde sonuçlanan bir olay örgüsü okuduğumuz için romanı bitirdiğimizde eksiklik hissiyle karşılaşmıyoruz. Öyküyse bir olayı, bir anı, bu anın insanda yarattığı duygulanımı anlatan genelde kısa bir tür. Romana nazaran çok daha dar bir alanın içine sıkıştırılmış, esas hikâyenin yazılmış cümlelerden çok yazılmamışların arasında olduğu, okurun duyumsamalarına bırakılmış bir dünya. Hem roman hem öykü yazarlarımızdan Necati Tosuner’in 2014 Dünya Öykü Günü Bildirisi’nde dediği gibi “enseye tokat atıp kaçan” bir anlatım biçimi.

Roman, yazar tarafından büyük emek ve zaman gerektiren bir tür olmasına rağmen okura daha az yük bindiren bir tür. Öyküyse okuru da düşünmeye zorlayan, satır aralarını okumak için çaba sarf ettiren, yazar kadar neredeyse okuru da çalıştıran bir yazı biçimi. Bir öyküyü çözümlemek için emek ve bilgi gerek. Okuma alışkanlığının çocuklukta verildiği gibi, öykü çözümlemenin de ipuçlarının ilk okul yıllarından itibaren verilmesinde fayda var. Bu anlamda Türkçe ve Edebiyat dersi öğretmenlerine çok iş düşüyor. Ben, mesela, öyküyü okumadan evvel, yazarın hayatını okumayı çok faydalı buluyorum. Yazarın geçmişini, içinde bulunduğu koşulları anlayabilirsem öyküdeki duyguyu daha iyi hissedebiliyorum.

Öykü yazmak, kısa olduğundan dolayı, daha çabuk yazılabilir görülse de, duygunun derinliğini satırlar arasına sıkıştırmak o kadar kolay değil. Bir senedir ardı ardına yaptığım öykü atölyelerine rağmen o sanata erişemedim. Hemen hemen her yazdığım öyküde sevgili Hocam ve sınıf arkadaşlarım tarafından “ gene roman diline kaçmışsın “ eleştirilerine maruz kalıyorum. En sonunda “demek ki ben bir roman yazarı olabilirim ancak “ diye pes ettiğimde Nalan Hoca’mın “ pes etmek yok, sen duygu yazarısın, öykü de yazabilirsin “ deyişiyle yeniden motive oluyor,  kendimi geliştirmek adına yeniden farklı farklı yazarların öykü kitaplarına sarılıyorum. Bu sihirli dünyanın içinde kaybolup senelerdir bu dünyanın güzelliğinden kendimi mahrum ettiğim için üzülüyorum.


Romanın da öykünün de yeri bende ayrı. Her ikisini de okumayı çok seviyorum. Gönlüm her iki türün de at başı gidecek şekilde okunmasını, iyi öykü yazarlarının da iyi roman yazarları kadar takdir edilmesini istiyor. Ben, kendi payıma, yazar olarak bu iki türe de katkıda bulunabilir miyim, henüz bilmiyorum. En azından niyetliyim ve çabalıyorum. Ancak okur olarak benim için at başı gidiyorlar. Öykünün insanı çarpan büyüsünü keşfettikten sonra ne öyküsüz ne de romansız yapabilirim artık.

7 Nisan 2015 Salı

ÇOCUK RUHU... HEP İÇİMİZDE!

                                                             “Bütün yolculuklar çocukluğa varmak içindir.”
                                                                                     
Ayna Çarpması - Murat Özyaşar

En sevdiğim dükkânlardan biridir oyuncakçılar. Her alışveriş merkezine gittiğimde veya sokağa çıktığımda oyuncakçı dükkânını muhakkak seçer gözüm. Vitrinlerinden dışarı patlayan renkleri, albenili süsleriyle gerçek yaşantının ağırlığından alırlar beni bir anlığına. Eskiden çocuğum için, şimdilerdeyse kendim için, hiçbir şey almasam da içlerinde gezmeyi, o cafcaflı renkleri ruhuma sürmeyi, pelüş oyuncaklara hayalimde sarılmayı, kutu oyunlarının mantığını çözmeyi severim. O süre içinde, ruhumun kıvrımları arasına sıkışmış çocuk ruhumun meydana çıkıp gönlünce oynamasına izin veririm.

İnsanın yaşı kaç olursa olsun çocuk ruhunu kaybetmiyor. Yaş aldıkça çoğalan sorumlulukların, artan yükümlülüklerin arasına saklanıyor sadece; ilk fırsatta tekrar kendini göstermek üzere… Bir toplantıya gittiğinizde, odada duran maket bir yelkenliyi gördüğünüzde çıkabiliyor örneğin. Uzun zamandır sakin duran çocuk ruhunuz, o yelkenliyle açılıveriyor macera dolu denizlere. Müşteriniz sizinle kuruş pazarlığı yaparken, siz ne balıklar tutup, kaç korsanla savaşıyorsunuz kim bilir?  Belki siz bir korsan olup definelerin peşinde koşuyorsunuz o anda. Gülümsediniz mi? Veya karlı bir günde, karların arasından, başını uzatıp eğik boynuyla size selam veren bembeyaz bir kardelen çiçeği gördüğünüzde hissettiğiniz sevinç içinizdeki çocuğun sevincidir aslında.

Çocukluk zamanlarınızı hatırlayın. Ne kadar saf, ne kadar umut dolu olduğunuzu… Yarının gerçekten önünüzdeki birkaç günle sınırlı olduğu günleri; dün bir misket yüzünden küstüğünüz arkadaşınızla, ertesi gün aynı topun peşinde coşkuyla koşturduğunuz günleri; okuldan eve geldiğinizde annenizin sizin için pişirdiği kurabiyenin ya da böreğin sizi sımsıcak karşıladığı, o mis gibi kokuyla birlikte annenizin sevgisinin sizi sarmaladığı günleri. Benim burnuma annemin limonlu pandispanyalarının ve tarçınlı kurabiyelerinin kokusu geldi yazarken. O zaman ki gibi sımsıkı sarmalandım sevgisiyle. İçim ısındı.

Sonra… Sonra büyüyoruz bir noktada. Hangi noktada çocuk ruhlarımızdan sıyrılıp yetişkin cübbesini giyiyoruz üstümüze bilmiyorum. Belki de, dilimize yerleşmiş “ çocuk olma “ deyimini sıklıkla duyduğumuz zamanlarda başlıyor bu değişim, belki de tamir olmaz biçimde kalbimiz kırıldığında. Her kalp kırılışında bir adım daha uzaklaşıyoruz içimizdeki çocuktan.  Kalbin kırılış anındaki sesi duymak istemezcesine duymuyoruz onun da seslenişlerini. Aslında onun kırılan kalbinin yansımasını hissediyoruz. O, kırığı onarmak için yarınlara inançla çabalarken, yetişkin halimizle kırığa tutunarak kırgınlığımızı besliyoruz. Duysak bile sesini, vuruyoruz susturmak için; vurdukça küstürüyoruz. İyi bir şey yaptığında takdir edilmeyen çocukların alınganlığıyla siniyor köşesine. Ağlıyor için için. Oysa bastırdığımız, susturduğumuz kendimiziz; fark etmiyoruz. O ise saf çocuk duygusuyla affetmenin gücünün bilincinde bizim can kırıklarımızı yapıştırmakla meşgul. Bizse affetmek ne kelime, biledikçe biliyoruz kırgınlıklarımızı. Bilmiyoruz ki biledikçe tekrar gelmiyor güzel günler. Çocuklarsa henüz kirlenmemiş dünyalarıyla kırgınlıklarını atıveriyorlar içten bir gülümsemenin karşısında.

Gene de, adı üstünde, çocuk o. Çocuk saflığıyla affediyor bizi çabucak. Ruhuna hoş gelen bir şey gördüğünde, tattığında veya kokladığında tüm çocuksu coşkusuyla ses veriyor yeniden. Bilirsiniz inatçı olur çocuklar. Pes etmiyor. İyi ki de etmiyor. Tüm kırgınlıklarımız, kızgınlıklarımıza karşın şaşkın bakışlarıyla gene tutuyor elimizden.  Sesini duyduğumuzda yeniden güzel kokuyor çiçekler, yine tadı oluyor dost sohbetlerinin, gene güzel bakıyor eşimiz. Bütün karambolüne rağmen, bulutların arasından parlayan güneş gibi göz kırpıyor hayat.

Oyuncaklar sadece çocuklar için mi?

Oyuncakların sadece çocuklar için olduğunu kim söylemiş? Hatırlıyorum, çocuğum küçükken oynamayı en sevdiğimiz oyunlardandı Hafıza ( Memory) oyunu. İki aynı resmi bulma üstüne hafızayı ve zekâyı geliştiren bir oyundu. Yaşı ilerledikçe parça sayılarını arttırarak oynadığımız bu oyundan o mu daha zevk alırdı ben mi tartışılır. Hafızası benden çok daha taze kızıma karşı oyunu kazandığım zamanlar çocuk gibi sevinirdim. Bir de yaş ilerledikçe parça sayısını arttırarak tek başınıza veya çoklu yapılabilecek yapbozlar var mesela, halâ çok keyif alarak yaptığım. Gittikçe küçülen parçaların yerini artık görmez gözlerimle bulduğum zaman koca kadın olarak içimdeki çocuk el çırpıyor mutluluktan. Yaşı yirmileri geçmiş bir genç kıza, sevgilisinin pelüş bir oyuncak aldığında duyduğu sevinci hayal edin. Seni seviyorum demenin en saf yollarından biridir bu tür bir oyuncak almak. Bir de babalar vardır çocuklarıyla maket uçak veya tren yapan. Bir iki kere şahit olduğumda gözlemlediğim babanın neredeyse çocuktan daha fazla zevk aldığıdır bu işten.

Demem o ki, çocuk ruhumuz yani henüz çevre, toplum, sorumluluklar, yükümlülükler tarafından kısıtlanmamış, şekillendirilmemiş özümüz her daim içimizde durur. Hayatın kargaşası içinde kendine oynayacak alan bulduğunda kendini hatırlatır. Siz sürekli onu görmezden gelirseniz alınır, darılır, kırılır ve bir süre sonra insan hayatını anlamlı kılan, kendi öz varlığınızı anımsatan küçük anları size göstermekten vazgeçer. Onun için, aman ha, iyi bakın çocuk ruhunuza.

1924 yılında Atatürk tarafından “Çocuk Bayramı” olarak kutlanmasına karar verilmiş 23 Nisan’da sadece çocuğunuza değil, kendinize de bir hediye yapın derim. İster oyuncakçıdan ona bir oyuncak alırken kendinize de alarak, ister onunla birlikte oynayacağınız bir oyunda çocuk ruhunuzu serbest bırakıp geniş bir alan ve zamanda oynamasına izin vererek. İllâ çocuğunuzla da oynamanız gerekmez; kendiniz de oynayabilirsiniz. Yorgun ruhlarınıza iyi gelecektir, eminim.


* Mall&Motto Dergisi Nisan sayısında yayınlanan yazımdır.





11 Mart 2015 Çarşamba

BU TARZ KİMİN

Vallahi delireceğim. Zaten bu ülkede yaşayıp da normal kalmak mümkün mü? Herkes bir kafayı üşüttü iyice. Bir pespayelikler ülkesi halindeyiz. Sabah kalkar kalkmaz, eskiden gazete okuduğumuz gibi, ilk iş bilgisayarın düğmesine basıp sosyal medyaya girer girmez arka arkaya akıyor rezillikler, kara haberler. Yüzümüzü güldürecek bir şey yok. Kızım girme artık şu facebook’a diyor, depresif geziyorsun hep diye şikâyet etti geçen gün. Haklı valla. Haklı haklı olmasına da geçen Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra ruhum kaldırmadığından gazete okumayı, televizyon seyretmeyi bıraktığımdan, memlekette neler oluyor diye takip ediyorum en azından facebook’tan, twitter’dan. Onları da bıraksam bihaber yaşayacağım dünyadan. Bazen fena da olmaz demiyorum değil ama olmuyor işte.

Televizyon dünyamı Cnbc-e’de yayınlanan birkaç dizi ve filmlerle sınırladım. Ancak o kadar. Ruhumu kitap okuyarak dinlendirmeye çalışıyorum daha çok. Uzun uzun tartışma programlarını seyredemiyorum artık. Bu kadar ne dediğini bilmez, dün dediğini bu gün inkâr eden, çevir lafı dolandır dur kişileri seyretmeye dayanamıyorum.

Bu televizyondan uzak dünyamda yaşarken kızımın da modaya merakı yüzünden Bu Tarz Benim diye bir yarışma programına denk geldim yaklaşık bir ay evvel. Sonradan adı değişti Bu Stil Benim diye. Başka bir kanalla kapışmışlar, mahkemelik olmuşlar falan. Kızım seyrediyor ya, ben de baktım ne mene bir şey diye. İşte kızlar giyiniyor, üç tane de güya modacı tarz veya değil diye karar veriyorlar. Benim bildiğim sadece Nur Yerlitaş gerçekten modacı. Diğerleri sonradan olma. Neyse sorun o değil. Birkaç kez daha denk geldim. Sonra da merakımdan oturdum bir hafta kadar neredeyse her gün seyrettim. Program her gün bu arada!

Neresinden baksan rezil bir program. Sanırım formatında var; kızlar habire kavga ediyorlar. Hakaretin bini bin para, seviyesiz tartışmalar gırla gidiyor. Bir de kızların neredeyse hepsi ağızlarını yaya yaya konuşmuyorlar mı deliriyorum. Formatında var diye düşünüyorum çünkü artık iş son derece çirkin bir hal alıncaya kadar jüri müdahale etmiyor. Hatta sunucu neredeyse teşvik ediyor diyebilirim. Saygısızlık, seviyesizlik diz boyu. Program moda yarışmasından çıkıyor, çene yarıştırma yarışına dönüyor. Kim bastırırsa artık!  Kızlarımızı, kadınlarımızı görmek istediğimiz format bu mudur? Seyrederken gerçekten üzüldüm.

Bir yandan mini etek, müsait tartışmaları dönerken ülkede, güya arkadaşıyla yemeğe ya da kafeye giderken “tarz” olabilecek kıyafetler sergileniyor yarışmada. Artık mizansene göre. Konsept diyorlar buna. Yarışmacı giydiği kıyafeti nereye giyeceğini de söylüyor. Ona göre değerlendiriliyor. Bu düğün de olabiliyor, bir açılış da, bir yemek de. Kıyafetleri görseniz, mümkünü yok onlarla sokağa çıkamazsınız. Zaten genelde “ arkadaşımla Etiler’de yemeğe gideceğim “ gibi bir konsept seçiliyor. Türkiye’nin gerçeği Etiler midir?

Üç kağıt, katakulli, strateji, yalan, dolan ne ararsan var yarışmada. Bir iki kere de hemen arkasından yayınlanan Ütopya diye bir yarışma seyrettim. Onda da aynı durum. Herkes ikişerli üçerli gruplar halinde diğerleri hakkında dedikodu, nasıl eleyebileceklerine dair strateji yapıyorlar sürekli. Survivor desen o da aynı. Sürekli bir rekabet, birbirinin ayağına çelme takma, stratejik hesaplar dönüyor. Çirkin kavgalar, seviyesiz söylemler. Rezillik özetle.

Ülkenin çoğunluğunun tek eğlencesi televizyonken yapılan programlara bakın. Bu programlarda insanlara pompalanan değerlere… Bir yandan muhafazakârlık almış başını giderken, kadın evde oturmalıdır, kapanmalıdır gibi yükselen (!) değerler yüzünden kadına şiddet artarken, kızlarımızı özgür olmanın, haklarının peşinden koşmayı öğretmenin yolu bu mudur? Hükümetin sürekli bu değerleri öne çıkaran söylemler yapması, bu yönde adımlar atmasına rağmen bu programları ( iki kanalda birden var aynı program) görmezden gelmesi çifte standart değil midir?


Sabahları sosyal medya aracılığıyla tanık olduğum Türkiye ile akşamları televizyonda izlediğim Türkiye arasında dünya kadar fark var. Biri Hanya biri Konya. Tam da resmini çiziyor günümüzün. Ve ben deliriyorum, sinirleniyorum, üzülüyorum…