Küçük Kara Balık – Behrengi’ye saygıyla.
Zil çaldı. Sabahın erken saatinde çalan bu zil Ali’nin derin
uykusuna değmeden geçip gitti. Rüyasında
kendisine yer bulmuş “hadi kalk” arkasını dönerek savuşturuldu. Yüzünde
şefkatle gezinen el ve yanağına konan öpücük Ayşe’nin silüetinde şekil aldı.
Daha sert bir “hadi kalk” ve sarsıntı - dürtülme demek daha doğru - Ali’yi
uykunun sımsıcak kavrayan kollarından dehşetle sıyırdı. “Ne oluyo yaa? Deprem
mi var?” diyerek korkuyla gözlerini açtı. Annesinin gülen gözleriyle
karşılaştı. “Hadi kalk oğlum, bugün okul başlıyor” diyen annesine şiddetle “gitmiceem,
gitmek istemiyorum” diyerek başını tekrar yastığa gömdü.
Zil çaldı. Yaz tatilinin ardından öğrenciler sınıf sınıf
dizilerek okulun bahçesinde toplandılar. Okul müdürünün yaptığı uzun, sıkıcı
konuşmayı henüz uykudan açılmamış gözleriyle, bir sağ bir sol ayaklarının
üzerinde sallanarak dinlediler. Ayşe kocaman, beyaz bir kurdele bağlanmış
atkuyruğu saçıyla Ali’nin iki sıra önünde, İstiklal marşını göğsüne topladığı
derin nefesle coşkuyla, dimdik söylüyordu. Ali de dikleştirdi kendini. İstiklal
marşı okunduktan sonra herkes sınıflarına dağıldı. Koridorda önünde, yanında
kız arkadaşıyla yürüyen Ayşe, heyecanla yaz ödevi için verilen okuma
kitaplarından Küçük Kara Balık’ı çok sevdiğini, o küçük kara balık gibi olmak
istediğini anlatıyordu. Ali huzursuzlandı. Öyle bir kitap mı okunacaktı? Babası tatil başlar başlamaz kitapları alıp
odasına koymuştu ama hâlâ ilk bırakıldıkları yerde öylece duruyorlardı. Dağlarda,
tepelerde özgürce koşturmak, derede bir balık gibi yüzmek varken kitap mı
okunurdu? Kendisi bir küçük kara balıktı zaten. Annesinin ısrarıyla ne zaman
defterin başına geçse hayallere dalar, elindeki kurşun kalemle hayallerini
şekillendirirdi sayfalarda. Defter dolmuştu.
Ayşe sınıfın en çalışkan öğrencisiydi. Her zaman kolalı
bembeyaz yakalı, jilet gibi önlüğüyle okula gelir, ödevlerini hiç aksatmaz –
çoğunlukla öğretmenin istediğinden de fazlasını yapar-, öğretmen tarafından
örnek öğrenci olarak gösterilirdi. Ali’lerin evinin az ötesinde, etrafı yüksek
taş duvarla çevrili, büyük bahçeli bir evde oturuyorlardı. Zaman zaman Ali bu
taş duvarın çatlakları arasından bahçeyi gözetler, sıklıkla onu geniş dalları, iri
yapraklarıyla doğal bir kameriye haline gelmiş incir ağacının altında kitap
okurken ya da ödev yaparken görürdü. Ağacın üzerinde olgunluktan çatlamış
bardacıkları gördükçe Ayşe’nin onları nasıl görmediğine, görüyorsa bile onları
yemek için ağaca tırmanmadığına şaşardı. Kendi bahçelerindeki incir ağacında
hiç meyve bırakmamıştı. Daha sofraya gelemeden, ağacın tepesinde iştahla mideye
indirmişti hepsini. Annesi “azıcık bize de bırak” diye şakayla karışık kızardı
ona. Bardacıkları toplayıp Ayşe’ye verebilse Ayşe onu görür müydü?
Tam sınıf kapısında Ayşe birden arkasını döndü. Göz göze
geldiler. Ali kızardı ve utangaç gülümsemeye çalıştı. Ayşe’nin bakışları Ali’yi
geçti, arkasında duran birine kadar uzandı. “Geç kaldın… Merak ettim seni” dedi
o birine. Dönüp arkasına baktığında o birinin Ayşe gibi sınıfın başarılı
öğrencilerinden İnek Mehmet olduğunu gördü. Kıskançlık ve nefret birbirine
karıştı. Kendisi hasta olup okula gelmediği günlerde Ayşe onu da merak eder
miydi? Etseydi evlerine uğrar, sorardı herhalde. Gelseydi ona odasını,
oyuncaklarını, kimseye göstermediği resimlerini gösterir, ağaçlardan meyveler
toplar, en irilerini, en sulularını ona verirdi ama hiç gelmemişti. Bir
keresinde okuldan eve kadar “beraber yürüyelim mi?” demişti de Ayşe kısaca
“olmaz” diyerek yürüyüp gitmişti. Bir daha Ayşe’yle konuşamamıştı Ali.
Ders başladığında öğretmen yaz boyunca neler yaptıklarını
sormuş, kimilerini ayağa kaldırıp anlattırmıştı. Allahtan bana sormadı diyerek
rahatladı. Anlatacak fazla bir şeyi yoktu. Tüm yaz boyunca sokaklarda
arkadaşlarıyla top oynamış, köyden gelen dedesiyle derede balık tutmuş, komşu
bahçelerden meyve yemişti. Hayır, çalmamıştı. Canının çektiği kadarını yemiş
gerisini bırakmıştı. Diğerleri gibi büyük şehirlerde yaşayan akrabaları yoktu.
Babası malzeme almak için bazen büyük şehre giderdi ama ne onu ne de annesini
hiç götürmemişti. “Görecek bir şey yok oralarda, buralar cennet, kıymetini
bilin,” derdi hep. Babasına inanırdı. Hiç merak etmemişti oraları. İlçenin
yakınındaki dere, orada çağlayan küçük şelale, dağlar, bayırlar yetiyordu ona.
Bir de renkli kalemleri ve kâğıt olmalıydı hayatında. Babası her gittiğinde
getirirdi.
Öğretmen yaz ödevlerinin yapıldığı defterleri masanın üstüne
bırakmalarını istedi. Bu defterlerde tatile çıkmadan önce verilmiş kâğıtlardaki
soruların cevapları ve okunmuş kitapların özetleri olmalıydı. Ayşe hemen süslü
bir kapla kaplanmış iki defter çıkardı. Ali iyice huzursuzlandı. Öğretmen “yaz
ödevini yapmayan var mı?” diye sorunca yüzüne al bastı. “Yapmayan varsa neden
yapamadığını şimdi söylesin yoksa sıfır vereceğim” dedi. Kimseden ses çıkmadı.
Öğretmen öğrencilerinin üzerinde gözlerini gezdirdi. Yerinde kıpırdanan birkaç
öğrenci gördü. “Bir daha soruyorum, şimdi söylerseniz, doğruyu söylediğiniz
için size bir hafta daha zaman vereceğim. O bir haftada yapabildikleriniz
üzerinden not vereceğim” dedi. En önde oturan Ayşe arkasını dönüp sınıfa baktı.
Ayşe’nin baktığını gören Ali kaldırmakta olduğu elini indirdi. Birkaç el
kalktı. Kalkan ellerin arasında Mehmet’in eli yoktu. Allah kahretsin! Montofon
n’olucak! Kimisi tüm kitapları okuyamadığını, kimisiyse kitapları okuduğunu ama
özetlerini çıkarmadığını, kimi de matematik, sosyal ve fen konularını içeren kâğıtları
yapmadığını söyledi. Ödevlerin hiçbirini yapmamış kimse yoktu. Ali sıfır
almakla Ayşe’ye rezil olmak arasında sıkışıp kaldı. Ensesinden boşanan terleri
hissetti. Öğretmen sıralar arasından geçip kendisine doğru geliyordu. Kalbi
hızlandı. Tam önünde durdu. “Ali sen yaptın mı ödevlerini?” diye direk ona
sordu. Bütün sınıf ona bakıyordu. Dili damağı kurumuş ağzından tek kelime
çıkamadı. Öğretmenle göz göze geldiler. Öğretmen “Ali?” diye yineledi sorusunu.
Başını “ yaptım “ anlamında salladı hızlıca. Öğretmen Ali’nin gözlerindeki
korkuyu görmüştü, “aferin” diyerek arka sıralara doğru ilerledi.
Ders bitip yaz ödevlerinin olduğu defterleri masanın üzerine
bırakıp sınıftan çıktılar. Ayşe’nin baktığını gören Ali, sabahleyin aleltelaş
çantasına attığı defteri koydu defterlerin arasına. Allah vere de öğretmen
defterlere baktığında, ödevini yapmamış olduğunu görünce sınıfın ortasında
rezil etmeseydi onu. Annesinin babasının okula çağrılıp şikâyet edilmeye
razıydı da Ayşe’nin önünde küçük düşmeye razı değildi gönlü. Gece yatağında
bunun için dua etti. Ninesi bir şeyi çok istersen Allah’a dua et, istediğini
sana verir dememiş miydi?
Ertesi hafta Pazartesi derse başladıklarında öğretmen tüm
defterleri getirip dağıtmaya başladı. Ali geçen hafta içinde bu konu bir daha
açılmadığı için bu konudan yırttığını sanıp rahatlamıştı. Masanın üzerinde bir
kule oluşturmuş defterleri görünce midesine sancı girdi. Artık kaçış yoktu.
Öğretmeni onu sınıfın önünde azarlayacak, Ayşe de ömür boyu onun yüzüne bir
daha bakmayacaktı. Gözlerine yaşlar doldu. Hayır ağlamayacaktı, erkekler
ağlamazdı. Boğazına bir yumruk gibi oturmuş acısını yutkunmaya çalıştı ama
bazen boğaz acıya dar geliyordu. Dişlerini sıktı, omuzlarını dikleştirdi. Ayşe
defterden beş almıştı, gururla yerine oturdu. Sıra kendisinden daha uzun boylu
olduğu için daha arka sıralarda oturan Mehmet’e geldiğinde, yanından geçerken
ona çelme takıp yere düşürdü. Bütün sınıf güldü. Mehmet yüzünden fırlayıp giden
gözlüğünü takarken “görürsen sen” diye tısladı. “Dışarıda görüşürüz” diyerek tehdidini
gördü Ali. Öğretmen “neler oluyor orada? Sessizlik lütfen” diye sınıfı
azarladı. Mehmet’in aldığı beş kargaşaya geldi. Ali mutsuz gülümsedi. Nedense
bu içini rahatlatmamıştı. Önündeki deftere öfkeyle çizmeye başladı. Geri
kalanların kaç aldığıyla ilgilenmedi. Deftere çizdiği desen gittikçe büyüyor ve
kararıyordu. Gittikçe kanatlarını kocaman açmış, ağzından ateş püsküren bir
ejderha şekillenmeye başladı.
Masada tek defter kalmıştı. Öğretmen “Ali Yüksel, dört”
dediğinde defterin içine iyice gömülmüş, adının okunduğunu bile duymamıştı.
“Ali gel buraya” diye tekrar çağırdı onu öğretmen. Defteri Ali’ye vermeden önce
sınıfa dönerek “Ali ödevini çok farklı, çok güzel yapmış, görmenizi isterim.
Kitapları çok güzel resimlemişsin ama verdiğim kâğıtları yapmamışsın, onun için
dört” dedi. Defterin içinde derenin içinde yüzen balıkları çizdiği sayfayı açıp
tüm sınıfa gösterdi. Ali kıpkırmızı oldu. Utanarak defterini aldı ve yerine
oturdu. Sevinç ve şaşkınlık arasında bir yerde kalakalmıştı.
Zil çaldı. Sınıftan çıkarken Ayşe yanına yaklaştı. “Eve
beraber yürüyelim mi? Yaptığın resimleri bana gösterir misin?” dedi hayran
hayran parlayan gözleriyle. Ali’nin içine ay doğdu.
10.08.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder