KİTAP YORUMLARI
▼
ÖYKÜ
▼
6 DAKİKA
▼
27 Şubat 2013 Çarşamba
23 Şubat 2013 Cumartesi
EKMEK
Fırından taze çıkmış ekmek gibi kokun.
Açlığıma tek çare...
Geçmişime bağlayan,
Yarınıma umut sağlayan.
Mis gibi
İçime çektiğim.
Katıksız
Beni doyuran...
23.02.2013
Açlığıma tek çare...
Geçmişime bağlayan,
Yarınıma umut sağlayan.
Mis gibi
İçime çektiğim.
Katıksız
Beni doyuran...
23.02.2013
19 Şubat 2013 Salı
GELGİT
Üç harfli bir kelimeydi beklenen
Üç harfli bir kelimeydi söylenen
Kavuşup yek olamadılar
Biri gel bekledi
Diğeri git dedi
Bitti…
Suç: Gelgit
Suçlu: Aşk
Karar : Müebbet...
Karar : Müebbet...
19.02.2013
17 Şubat 2013 Pazar
LABİRENT
Hayata tutunma umuduyla tırnaklarını birbirine
geçirerek canhıraş sevişen etler, her seferinde geride paramparça olmuş yürek
parçacıkları bırakarak biraz daha kopuyorlar hayattan. Hazzın doruk noktasında
ki varoluş labirentinin içinde, yitip giden hayallerinin ardında, biraz daha
kayboluyorlar. Çıkışı olmayan bu tünelin içinde, karanlığa iyice gömülmüşlerin
el yordamı ile birbirlerini bulduklarında, son bir gayret içinde ışığı görme çabası
bu. Halbuki bu birleşme girdaba yakalanmış gibi daha da dibe çekerek derin siyaha
boyuyor onları. Işıksa yazıya dökülmüş birkaç kelimenin arasına sıkışmış bir
hayal olarak kalıyor, bu anlamsızlığın içinde gittikçe feri sönen…
30.05.2011
Durun İnecek Var adlı kitabımdan...
10 Şubat 2013 Pazar
DURUN İNECEK VAR - ÖNSÖZ
Uzun bir yolculuk hayat… Ara ara nefes almak için
mola verilse de aslında hiç bitmeyen… Hiç bitmeyecek olan… Her gelinen yol ayırımında insanın doğumunda
eline verilmiş harita ile gönlünün haritası arasında gidip gelinen… Çoğunlukla
hata yapma korkusu ile gönlünü kenara bırakıp, denenmiş haritada kalın
çizgilerle belirtilmiş yola göre ilerlenen… Varılacak noktanın önceden
bilindiği… Başkalarının çizdiği, doğru bildiği…
Ben de iki sene önce, elime tutuşturulmuş haritaya
göre ilerlerken dümdüz, herhangi bir yol ayırımı veya sapak olmamasına karşın,
yol üstünde gördüğüm manzaraları sevmediğimden olsa gerek bir mola ihtiyacı
hissettim. Ard arda dizilmiş çirkin,
ruhuma hitap etmeyen manzaralardan gönlüm sıkıldı. Her adım gittikçe ağırlaşmaya,
güneş artık parlamamaya başladı. Görmez, duymaz oldum… Sanki elimdeki harita
beni bir uçurumun kıyısına doğru sürüklüyor hissine kapıldım. Durdum… Ve birden
döndüm… Gönlümün haritasına göre ilerlemeye karar verdim. Hiç bilmeden,
karanlıkta el yordamı ile bularak… Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim…
Karanlıktan aydınlığa doğdum… Aydınlıktan karanlığa düştüm… Ovalarda yürüdüm…
Kırlarda coştum… Ormanlarda kayboldum… Dağları aştım… Kayaları tırmandım…
Denizlerde boğuldum… Azgın nehirlerde yıkandım… Ağaçlarla hasbıhal ettim…
Çiçekleri dinledim… Aç kaldım susuz kaldım… Çöllerde bir damla suya muhtaç
kaldım… Dar patikalardan geçtim… Güneş pusulam, ay sırdaşım oldu… Fırtınalar
yoldaşım… Rüzgar sevgilim… Yağmur çocuğum… Bulutlar ise hayallerim…
Önceden denenmiş, belirlenmiş haritayı atıp gönlünün
haritasına göre gitmek kararını vermek nasıl kolay değilse, gönül haritasını
çıkarmak bir o kadar zor. Tüm o kalın çizgileri yok farz edip, onlara gözünüz
kaymadan, bilinmez yeni yollar keşfetme hayali güzel ama yapması zor işlerden.
Bir kere gözünüzü o kalın çizgileri görmemeye, algılamamaya alıştırmanız lazım…
Göz bu, kayıyor gene de… Yorulduğunuzda bazen kolayı seçmek istiyorsunuz… “Hazır
var orada işte” diyorsunuz göz ucuyla da olsa…
Allah’tan gönlünüz izin vermiyor buna… Bunun içinde gönlünüzün sesini
duymayı öğrenmeniz gerek. Bu da zor işlerden… Her zaman duyduğunuz aslında
gönlünüzün bile taktığı maske çoğunlukla… Onun da altını duymanız lazım. Değişik
şekillerde seslenebiliyor size… Gönül bu… Oyuncu… Her zaman aynı dille
seslenmiyor size. Yabancı dil öğrenmek gibi onunda dillerini öğrenmek lazım…
Bazen iç sıkıntısı, bazen aşırı neşe, bazen öfke, bazen kahkaha, bazen
kırgınlık, bazen sevinç şeklinde ifade ediyor kendisini… Ancak gönül inatçı, ısrarcı…
Hala anlamıyorsanız beden diliyle ulaşıyor size… Hasta ediyor… Öyle veya böyle
eninde sonunda anlatıyor derdini…
Yeter ki dinlemeye karar verin, duymayı isteyin…
5 Şubat 2013 Salı
IŞTE ÖYLE BİR ŞEY
Hani kalabalığın içinde gözün onu görür ya… Neden başkası
değil de ille de o, bilinmez. Hani gözleriniz birbirine uzaktan değince için
bir hoş olur ya, nedensiz… Hani binbir dereden su getirip ne yapılıp tanışılır
ya. Önce havadan sudan sohbet edilir sonra derin mevzulara girilir ya. Telefon
numaraları, randevulaşmalar derken sevgili olunur ya…
İlk başlarda “canım, cicim, aşkım, bitanem, hayatım” lar
havada uçuşur ya. Her okunan satırda, her dinlenen nağmede o düşünülür ya.
Hoşuna gidebileceği düşünülen her şiir, yazı, resim, şarkı, türkü anında onunla
paylaşılır ya. Artık birbirinizin hayatınızın parçası olursunuz ya. Dükkanda
görülen ona yakışabilecek bir şey hemen alınır ya. Onun sevdiği yemekler
pişrilip, gizliden gizliye gelecek hayalleri kurulur ya. Hani artık bir
yoldaşın vardır ya. Hani artık mutluluktan havalarda uçuyorsun, keyfinden
geçilmiyordur ya...
Sonraları nedense aynı heyecanı vermez olur şarkılar ya.
Özgürlüğünün kısıtlandığını, seni anlamadığını düşünürsün ya. Ya da sana
yeterli ilgi göstermediğini. Başka dünyaların insanı olduğunuzu keşfedersin ya.
O gözler aynı bakmaz ya. Başta o havada uçuşan canım, cicim kelimeleri yok
olmaya başlar ya. Sonra aramalar, görüşmeler seyrekleşir ya.Hani kurduğunuz hayalleri birer birer gökyüzüne salmaya başlarsın ya. Hani bilirsin adım
adım yittiğini, bittiğini ya. Bilirsin de bir şey yapmazsın, öyle durur
beklersin ya. Her şeyin doğru zamanda kendiliğinden olacağını bilirsin ya. Ne
bir adım önce ne bir adım sonra. Tam zamanında olmalı her şey ya. Tam zamanında
olmalı ki ne canın acımalı ne de canı acımalı ya. Gene de acır canın…
İşte öyle bir şey…
05.02.2013
4 Şubat 2013 Pazartesi
İMKİZM
“Nedir bu İmkizm? Nereden çıktı? Ne akımıdır? Biz
neden bilmiyoruz?” diye dertlenmeyin çünkü bu, gönlünün prensini diyar-ı
Amerika’larda bulduğu için orada evlenip yerleşen okul arkadaşım sevgili Hesna
ile lise yıllarında uydurduğumuz bir kelime. Şöyle ki; aklımıza geleni,
düşünmeden, edebi kaygı taşımadan, noktalama işaretlerine dikkat etmeksizin
olduğu gibi çıplak, yazıya dökme hali oluyor. O yıllarda çok komik ama bazen de
çok ilginç şeyler çıkabiliyordu. Bu gün bende “imkizm” yapacağım zira sabahtan
beri düşüncelerim oradan oraya zıplayıp duruyor. Artık ne çıkarsa bahtımıza…
Tüm uykusuzluğuma rağmen bir keyif hali sormayın
gitsin. Dün canım kızımın doğum günü olması hasebiyle midir bilmiyorum ama
nedense kızımın bu seneki doğum günü beni epey duygulandırdı. Sanırım aldığı
bir yaştan ziyade çocukluktan genç kızlığa geçişinin teyidi gibi bir şey
olmasından. Zira her sene yapılan kalabalık, palyaço vb özel eğlenceli
partilerden istemeyip, kalbine yakın 3-5 arkadaşını davet ederek, daha sakin
ama birbirleri ile daha paylaşıma açık bir doğum günü yapma isteğiyle başladık
işe. Sabah süslenildi, saçlar yapıldı, hafif makyaj derken karşımda yarınların
genç kızı duruyordu. Amannn ne keyif, sormayın…
Bir senedir cesaretimi toparlayıp hislenmelerimi
yazıya dökmeye başladığımdan beri yazdıklarımın içeriğindeki değişimi
gözlemliyorum. Kapkara, göz gözü görmez fırtınalı yazılardan daha güneşli
yazılara doğru gitmişim. Kişisel gelişim yazıları gibiler mübarek… Üfff demin ne
güzel kafamdaydı her şey… Şu düşünceler yazıdan hızlı gitmiyor mu? Bak gene
kayboldu kelimeler. Gelir birazdan, bekle. Beynimin içinde bir sürü düşünce,
karışık ama genel olarak bir keyif havası hakim. Bu gün sağımdan kalkmışım
yani. Hoş her sabah yataktaki yatışımdan dolayı solumdan kalkıyorum ama bugün
kendimin sağından kalkmışım demek ki… Kar mar diyorlar ama içimin güneşi
parlak. İstediği kadar güneş kendini bulutların arkasına saklasın, bana yazmaz.
Kendi güneşimle ısınacağım bugün.
Güneş dedim de güneşin her gün yeniden doğduğu gibi,
insanoğlu da her gün yeniden doğuyor mu acaba? Her gün değişik bir ruh hali ile
kalkıyorum ben. Bazen bulutlu bir güne bazen de pırıl pırıl güneşe. Kimi zaman
bulutlar fırtınaya dönüşüyor, kimi zaman ise güneş göz kırpıveriyor
aralarından. Ha güneşli bir sabah bulutlanmıyor mu? O da oluyor zaman zaman.
Müsaade etmemek lazım… Biz ne kadar izin verirsek o kadar giriyor karanlık
hayatımıza. Yak ışığı kardeşim, kararmasın ortalık. Ya da karanlıkta yak
derdine bir mum otur… Düşün, taşın, kaşın ama hallet!
Başım dönüyor. Tabii rejim yapıp 10 senedir üstümde
taşıdığım kiloları en nihayet verebilince şimdi tekrar alacağım korkusuyla, kuş
kadar yersem böyle olur tabii. Kızın doğum günü nedeniyle iki gündür yenildi
içildi. Acilen bu iki günün acısı çıkarılacak…
Ay şu bizim kediler alem… Ben burada yazarken kedi
irisi Limon Efendi benim 11 inçlik bilgisayarımın kabının üzerine sığmaya
çalışıyor. İlla orada oturacak. Yatmayıp dik oturursa poposu ancak sığıyor. Öyle
sfenks gibi duruyor. Diğeri Cookie Hanım ise mutad yeri sepetinde yatıyor
sırtüstü. Bir bacak havada nedense? O da kısır mısır ama dişi işte. Çok
güldürüyorlar beni. Yüzüme koydukları gülümseme için minnettarım onlara. Artık
süper dekore edilmiş bir evim yok ama onların hayatıma getirdiği sıcaklığı hiçbir
mobilyaya değişmem. Geceleri Limon bacağıma sarılıp uyumuyor mu , gerçekten
sıcak!!!
30 sene evvelki grubumuz “yüzkitabı” sayesinde
birbirini buldu. Bugün buluşma tarihi netleşti. Buluşmadan evvel bile
facebook’taki muhabbetten, seneler geçmiş olmasına rağmen, zamanında
birbirimize sıcak duygular beslediğimiz hissediliyor. Heyecanlandım ve
keyiflendim. Buluşma gününü iple çekiyorum.
Ne güzel keyif üstüne keyif… Bu gün güzel bir gün…
Halime şükrediyorum. Bu gün durduğum noktadan baktığımda sadece varlığı bile
yeten bir kızım, her türlü huysuzluğuma ve kaprisime göz yuman bir ailem, her
biri pırlanta olan ve hayatımda oldukları için çok mutlu olduğum değerli
dostlarım, ruhuma sıcaklık katan iki tane çok sevimli kedim, geçinebileceğim
kadar param var. Aşk desen geçmişte yaşadığım, hakkını en azından kendi
tarafımdan verdiğim, sevdiğimi ve sevildiğimi hissettiğim birlikteliklerim
olmuş. Bir daha olmaz diye bir durum yok. Belli mi olur? Hayat bu… Koca desen
Allah’a şükür iki adet ile sıramı savmışım zaten. Hala genç ve güzelim! Kariyer
desen kendimi kendime ispatlamışım. Ee daha ne isteyeyim Allah’tan? Belamı
mı? Şükretmek lazım. Olmayanın değil,
olanın kıymetini bilmek lazım…
Yarın 8 Mart Kadınlar Günü. Her ne kadar kadınların
sorunlarının belli bir güne sıkıştırılmasını çok anlamıyorsam da yurdumun
bölgesine göre farklı anlamlar taşıyan kadının bir günlüğüne bile olsa ortak
bir platformda değer kazanıp tartışılmasına “hiç yoktan iyidir” diyorum. Çoğu
göstermelik bile olsa. Seneler içinde bu konuda ancak bir arpa boyu
ilerleyebildiğimize göre…
Ben yazmayı kesmezsem yazı da bitmeyecek. İnsanın
düşünceleri durmuyor ki… Kahve kokusu da güzel hani… Ben kahvemi içeyim.
Başınızı ağrıttıysam affola, bu günde böyle bir gün işte…
07.03.2011
1 Şubat 2013 Cuma
GÖZDEN UZAK GÖNÜLDEN IRAK
“Gözden uzak gönülden ırak “demiş atalarımız. Demişler
demesine de neden demişler, nasıl demişler muamma. Gözden uzak olan gönülden ırak
olsa anneannelerimiz, babaannelerimiz cepheye veya çalışmaya gönderdikleri
aslan gibi yarenlerini paşalar gibi bekleyebilirler miydi? İçleri yana yana
cepheden gelecek ucu yanık mektupların yoluna hasret… Kimi zamanda gele gele
ölüm haberi gelirdi özlemlerine inat, ömür boyu onları doyasıya bir sevişmeye hasrete
kurban ederek…
Rahmetli anneannem anlatırdı. Bir gün atın üstünde, yağız
mı yağız, yakışıklı mı yakışıklı, haşmetli, filinta gibi bir subay gelivermiş
kasabalarına. Kasabanın kızlarının hepsi ona hayran ama o bir tek anneanneme
bakmış dediğine göre. Sonra bakkalın çırağını ulak bulmuşlar kendilerine. Arada
nağmeler yollarmış bu filinta subay. Hatta bir keresinde ahırda gizli gizli
buluşmuşlar bile. Ağa kızı olan anneannem zengin esnaf oğluna söz verilmiş ama
bizimkinin gözü filinta subaydan başkasını görmüyor. Subayda okumuş etmiş ama
zengin değil. Vermiyorlar ona yani. Sen misin vermeyen? Kaçırmış dedem anneannemi.
Anneannemin yaşı küçük… Acilen evlenmeleri lazım. Anneannem ise süslü … “ Yeni
esvap almadan katiyen olmaz, üstümdekilerle evlenemem “ diye kıyameti
koparıyor. Hemen çarşıya inilip lila rengi bir elbise alınıyor da nikah
kıyılıyor en nihayet. Sonraları rahmeti büyükannenin en sevdiği damat oluyor, o
ayrı.
Rahmetli dedem anlatıyor. Gönlü öyle yanık ki bu ağa
kızına ondan bir kerecik buse almanın uğruna bu süslü, alımlı kızın konağına,
yakalanırsa ordudan atılmayı göze alarak, gizlice giriyor bir gece. Hangisi
onun odası bilmediğinden en süslü terlik hangi odanın önündeyse ona
dalıveriyor. Başına kadar yorgan çekilmiş hatuna gece karanlığında dikkat
etmeden minicik bir buse konduruveriyor yanağına. Yanağına konmuş buseden
huylanan hatun dönüyor yüzünü. Dedem bir de ne görsün, yaşlı maşlı bir kadın bu
öptüğü. Korkusundan topukları yağlıyor telaşla. “Ne bileyim kızım, öyle
süslüydü ki, en süslü onun terliğin olacağı düşünmüştüm ama ailede varmış süs
merakı “ diyor anlatırken gülerek.
Rahmetli anneannemin anlattığı bu haşmetli, filinta gibi
olan dedem anneannemden olsa olsa 3-4 santim uzundu aslında. Anneannem onu
gönül gözüyle öyle gördü hayatı boyunca. Anılarını anlatırken de gözlerinde dedemi
ilk gördüğü an ki ışıltı hiç gitmedi. Elli seneyi aşan evliliklerinde dedem
anneannemi hep “ keklik “ diye çağırır, anneannemde “Ahmet”ini pek severdi. Bir
Ocak sonunda illet hastalığın pençesinde bu dünyaya veda edince Ahmet’i,
kekliği de dayanamadı aynı senenin Eylül’ünde göçüverdi bu dünyadan.
Böyle sevdalar yaşanırdı eskilerde. Gözden uzak olan
gönülden ırak olmaz, bilakis daha da yakına gelirdi yüreğin sahibi. Atalarımız
bu günleri öngördü de bu sözü söylediler herhalde. Günümüzde değil cepheye
yollayıp aylarca hatta senelerce görmeden geçirmek, daha köşeyi döner dönmez
ırak oluveriyor gönüller. Eskiden var olmayan her türlü iletişim araçlarının
varlığına rağmen sadece sözlere dökülmüş, kelimelerin içine aceleyle
sıkıştırılmış bir duygu olarak yer buluyor hayatlarımızda. Aleni öpüşmelerin,
doyasıya sevişmelerin arasından, kendine yer bulamayan aşk usulca süzülüveriyor.
Geriye, ölünün arkasından ölü yakınının eline tutuşturulan üç parça eşya gibi,
sadece diş fırçası ve alınmış bazı hediyeler kalıyor. Anılar o kadar
hissedilmeden yaşanmış ki, torbada yer almıyorlar bile. Aşk ise hiç yakını
olmayan mevta gibi yalnız başına, yeri belirsiz bir mezarlığa gömülüyor
sessizce…
01.02.2013