“Gözden uzak gönülden ırak “demiş atalarımız. Demişler
demesine de neden demişler, nasıl demişler muamma. Gözden uzak olan gönülden ırak
olsa anneannelerimiz, babaannelerimiz cepheye veya çalışmaya gönderdikleri
aslan gibi yarenlerini paşalar gibi bekleyebilirler miydi? İçleri yana yana
cepheden gelecek ucu yanık mektupların yoluna hasret… Kimi zamanda gele gele
ölüm haberi gelirdi özlemlerine inat, ömür boyu onları doyasıya bir sevişmeye hasrete
kurban ederek…
Rahmetli anneannem anlatırdı. Bir gün atın üstünde, yağız
mı yağız, yakışıklı mı yakışıklı, haşmetli, filinta gibi bir subay gelivermiş
kasabalarına. Kasabanın kızlarının hepsi ona hayran ama o bir tek anneanneme
bakmış dediğine göre. Sonra bakkalın çırağını ulak bulmuşlar kendilerine. Arada
nağmeler yollarmış bu filinta subay. Hatta bir keresinde ahırda gizli gizli
buluşmuşlar bile. Ağa kızı olan anneannem zengin esnaf oğluna söz verilmiş ama
bizimkinin gözü filinta subaydan başkasını görmüyor. Subayda okumuş etmiş ama
zengin değil. Vermiyorlar ona yani. Sen misin vermeyen? Kaçırmış dedem anneannemi.
Anneannemin yaşı küçük… Acilen evlenmeleri lazım. Anneannem ise süslü … “ Yeni
esvap almadan katiyen olmaz, üstümdekilerle evlenemem “ diye kıyameti
koparıyor. Hemen çarşıya inilip lila rengi bir elbise alınıyor da nikah
kıyılıyor en nihayet. Sonraları rahmeti büyükannenin en sevdiği damat oluyor, o
ayrı.
Rahmetli dedem anlatıyor. Gönlü öyle yanık ki bu ağa
kızına ondan bir kerecik buse almanın uğruna bu süslü, alımlı kızın konağına,
yakalanırsa ordudan atılmayı göze alarak, gizlice giriyor bir gece. Hangisi
onun odası bilmediğinden en süslü terlik hangi odanın önündeyse ona
dalıveriyor. Başına kadar yorgan çekilmiş hatuna gece karanlığında dikkat
etmeden minicik bir buse konduruveriyor yanağına. Yanağına konmuş buseden
huylanan hatun dönüyor yüzünü. Dedem bir de ne görsün, yaşlı maşlı bir kadın bu
öptüğü. Korkusundan topukları yağlıyor telaşla. “Ne bileyim kızım, öyle
süslüydü ki, en süslü onun terliğin olacağı düşünmüştüm ama ailede varmış süs
merakı “ diyor anlatırken gülerek.
Rahmetli anneannemin anlattığı bu haşmetli, filinta gibi
olan dedem anneannemden olsa olsa 3-4 santim uzundu aslında. Anneannem onu
gönül gözüyle öyle gördü hayatı boyunca. Anılarını anlatırken de gözlerinde dedemi
ilk gördüğü an ki ışıltı hiç gitmedi. Elli seneyi aşan evliliklerinde dedem
anneannemi hep “ keklik “ diye çağırır, anneannemde “Ahmet”ini pek severdi. Bir
Ocak sonunda illet hastalığın pençesinde bu dünyaya veda edince Ahmet’i,
kekliği de dayanamadı aynı senenin Eylül’ünde göçüverdi bu dünyadan.
Böyle sevdalar yaşanırdı eskilerde. Gözden uzak olan
gönülden ırak olmaz, bilakis daha da yakına gelirdi yüreğin sahibi. Atalarımız
bu günleri öngördü de bu sözü söylediler herhalde. Günümüzde değil cepheye
yollayıp aylarca hatta senelerce görmeden geçirmek, daha köşeyi döner dönmez
ırak oluveriyor gönüller. Eskiden var olmayan her türlü iletişim araçlarının
varlığına rağmen sadece sözlere dökülmüş, kelimelerin içine aceleyle
sıkıştırılmış bir duygu olarak yer buluyor hayatlarımızda. Aleni öpüşmelerin,
doyasıya sevişmelerin arasından, kendine yer bulamayan aşk usulca süzülüveriyor.
Geriye, ölünün arkasından ölü yakınının eline tutuşturulan üç parça eşya gibi,
sadece diş fırçası ve alınmış bazı hediyeler kalıyor. Anılar o kadar
hissedilmeden yaşanmış ki, torbada yer almıyorlar bile. Aşk ise hiç yakını
olmayan mevta gibi yalnız başına, yeri belirsiz bir mezarlığa gömülüyor
sessizce…
01.02.2013
Yazınızı okumayı bitirip kendime geldiğimde, gülümsüyor olduğumu hissettim, harikaydı Yasemin hanım :)
YanıtlaSilteşekkürler Mehmet Bey... umarım bizlerin de ileride torunlarımıza anlatabileceğimiz böyle hoş anıları olabilir...
YanıtlaSil