Gene bir seçim dönemine girdik. İster sosyal medya ortamında olsun, ister
arkadaş toplantılarında olsun 7 Haziran’daki seçimlerden başka konu konuşulmuyor.
Herkes ince hesapların peşinde, gönüllerindeki senaryoyu nasıl
oldurabileceklerini bulmaya çalışıyor. Seçimde oy kapma peşinde olan siyasiler
de mümkün olan her ortamda vaatler veriyorlar. Bu vaatleri çok dinledik, pek
azının uygulandığını gördük. “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” derler.
Bence de öyle. Onun için vaatleri dinlemiyorum. Geçmiş performanslarına göre
karar verip oyumu kullanacağım. Hepimizin oyu vatana, millete hayırlı olsun.
Siyasetten bunaldığım şu günlerde kendimi gene edebiyata
verdim. Her sıkıntımda, her bunaldığımda sığındım bir alan zaten edebiyat. Her
ne kadar siyasetin de edebiyatın da ana konusu insansa da en azından edebiyatta
daha saf, daha gerçek duygu ve düşüncelerle buluşabiliyorum. Siyasetin” bunu
dedi ama şunu mu demek istedi acaba?” veya “dedi ama yapmayacak, şöyle şöyle
olacak “ gibi teorilerini çözmeye çalışmak yoruyor beni.
Tipik bir Türk okuyucusu olarak yıllarca roman okudum.
Gençlik yıllarımda öykülerle tanışmış olmama rağmen, öyküler pek tercihim
olmadı. Geçen sene, el yordamıyla girdiğim yazı macerasında ilerlemek, yazma
tekniği konusunda bilgi edinmek için başladığım yazı atölyeleri yolculuğunda
keşfettim öykünün tadını. Türk edebiyatının değerli öykücülerinden Nalan
Barbarosoğlu’nun “Güzel Yazı” atölyelerine başlarken, maalesef kendisini o
tarihte tanımadığım için, bu yolculuğun beni öykü dünyasının büyülü satırları
arasında dolaştıracağını bilmiyordum. Vakit, nakit ve lokasyon açısından bana
uygun düştüğünden seçtiğim bu atölyenin bana öykü dünyasının derinliğiyle
tanıştırmasını düşündükçe bu tesadüfün tevafûk olduğuna inancım perçinleşiyor.
Türk okuyucusu romancı. Bunu büyük zincir kitap mağazalarının birinde çalışan bir arkadaşım
da doğruluyor. Geçen sene en çok satanların Türk edebiyatçıların romanları
olduğunu söyledi bana. Öykü kitaplarıysa genelde bin adet basılıp yaklaşık
800-900 adet satılıyor. İstisnalar dışında pek başka baskı da yapmıyor. Avrupa
ve Amerika’da değerinin karşılığını bulan öykü neden Türk okurlarda karşılığını
bulamıyor? Oysaki birçok öykü yazarımız var. Birçok da genç yazar yetişiyor.
Bizler ancak bir roman yazarı öykü de yazıyorsa tanıyoruz, sadece öykü
yazarlarının bilinirliği maalesef düşük.
Türk insanının okumaya merakı zaten az. Günümüz gençliğinde
okumaya merakın arttığını görüyorum. Bu sevindirici. Ancak takip ettiğim kitap
sitelerinde tercih edilen kitapların popüler edebiyatın ürünleri ve çoğunlukla
roman olduğunu gözlemliyorum. Roman, bir olay örgüsüne sahip, bütün hikâyeyi
detaylarıyla anlatan, başı sonu belli, söylemek istediğini şüpheye fazla yer
bırakmayacak şekilde anlatan bir tür. Değerli yazarlarımızdan Zülfü Livaneli
ile bir sohbet etme fırsatı yakaladığımda, “ kitaplar T şeklinde okunur “
demişti, “ T’nin üst yatay çizgisi olay örgüsünü
anlatır, dikey çizgiyse derinliğini. Kimi sadece olay örgüsünü okur, yani T’nin
üst yatay çizgisini görür, kimiyse olay örgüsünün içinde duygu ve düşünceyi de yakalar
yani T’nin tümünü görür. “ Birçoğumuz okuyoruz okumasına da, okurken
olay örgüsünün içinde kayboluyor, yazarın esas aktarmak istediği duygu ve
düşünceyi kaçırıyoruz. Bir yerde başlayıp bir şekilde sonuçlanan bir olay
örgüsü okuduğumuz için romanı bitirdiğimizde eksiklik hissiyle karşılaşmıyoruz.
Öyküyse bir olayı, bir anı, bu anın insanda yarattığı duygulanımı anlatan genelde kısa bir
tür. Romana nazaran çok daha dar bir alanın içine sıkıştırılmış, esas hikâyenin
yazılmış cümlelerden çok yazılmamışların arasında olduğu, okurun duyumsamalarına
bırakılmış bir dünya. Hem roman hem öykü yazarlarımızdan Necati Tosuner’in 2014
Dünya Öykü Günü Bildirisi’nde dediği gibi “enseye tokat atıp kaçan” bir anlatım
biçimi.
Roman, yazar tarafından büyük emek ve zaman gerektiren bir
tür olmasına rağmen okura daha az yük bindiren bir tür. Öyküyse okuru da
düşünmeye zorlayan, satır aralarını okumak için çaba sarf ettiren, yazar kadar
neredeyse okuru da çalıştıran bir yazı biçimi. Bir öyküyü çözümlemek için emek
ve bilgi gerek. Okuma alışkanlığının çocuklukta verildiği gibi, öykü
çözümlemenin de ipuçlarının ilk okul yıllarından itibaren verilmesinde fayda var.
Bu anlamda Türkçe ve Edebiyat dersi öğretmenlerine çok iş düşüyor. Ben, mesela,
öyküyü okumadan evvel, yazarın hayatını okumayı çok faydalı buluyorum. Yazarın
geçmişini, içinde bulunduğu koşulları anlayabilirsem öyküdeki duyguyu daha iyi
hissedebiliyorum.
Öykü yazmak, kısa olduğundan dolayı, daha çabuk yazılabilir
görülse de, duygunun derinliğini satırlar arasına sıkıştırmak o kadar kolay
değil. Bir senedir ardı ardına yaptığım öykü atölyelerine rağmen o sanata
erişemedim. Hemen hemen her yazdığım öyküde sevgili Hocam ve sınıf arkadaşlarım
tarafından “ gene roman diline kaçmışsın “ eleştirilerine maruz kalıyorum. En
sonunda “demek ki ben bir roman yazarı olabilirim ancak “ diye pes ettiğimde Nalan
Hoca’mın “ pes etmek yok, sen duygu yazarısın, öykü de yazabilirsin “ deyişiyle
yeniden motive oluyor, kendimi
geliştirmek adına yeniden farklı farklı yazarların öykü kitaplarına
sarılıyorum. Bu sihirli dünyanın içinde kaybolup senelerdir bu dünyanın
güzelliğinden kendimi mahrum ettiğim için üzülüyorum.
Romanın da öykünün de yeri bende ayrı. Her ikisini de
okumayı çok seviyorum. Gönlüm her iki türün de at başı gidecek şekilde
okunmasını, iyi öykü yazarlarının da iyi roman yazarları kadar takdir
edilmesini istiyor. Ben, kendi payıma, yazar olarak bu iki türe de katkıda
bulunabilir miyim, henüz bilmiyorum. En azından niyetliyim ve çabalıyorum.
Ancak okur olarak benim için at başı gidiyorlar. Öykünün insanı çarpan büyüsünü
keşfettikten sonra ne öyküsüz ne de romansız yapabilirim artık.
1 yorum:
Oyuncak ve öykü diyorum da başka bir şey demiyorum.Ellerinize sağlık Sn. Pforr.
Prof.Dr. Nezir Suyugül
Yorum Gönder