Tanımadığım birinin gizli sırlarına izinsiz giriyormuşum
gibi hissediyorum. Çekmeceyi açarken ellerim titriyor kalbimin hızlı atan ritminde.
Tozlanmış birçok albüm, zarflı, zarfsız bir sürü evrak ve bir deste mektup
karşılıyor beni. Bir duyun ucuna takılmış ampulün sarı ışığı yansıyor
üzerlerine. Terk edilmiş olmalarının hüznünü yansıtıyor bu sarılık. Aynı hüzne
ben de kapılıyorum, hiçbir şeye dokunmadan çekmecenin kalabalık yalnızlığını
seyrederken.
Yıllardır gele gide, her odasını, her eşyasını ezberlediğim
bu evin bodrumuna hiç inmemişim nedense. Evi satılığa çıkarmadan evvel evin
içindekileri boşaltmak zorunda olmasam belki de hiç inmeyecektim. Kullanım dışı
kalmış eşyalar, bozuk lambalar, kütüphanede kendine yer bulamamış kitaplar,
anıları solmuş fotoğraflar neden saklanır bilmem. Bir nevi geçmişe ihanet
etmeme kaygısı sanırım. Unutulmak istenmeyen ama unutulması gereken anılar
bütünü. Karanlık, soğuk, tozlu bodrumun kapıları ardına saklayıp, gözden uzak
ama gene de yakında tutma arzusu. Sanki onlar olmazsa hayata tutunamayacak, köksüz oradan oraya savrulup yok olunacak endişesi gibi. Oysa, bazı anıları unutamadığımızdan yok olmuyor muyuz? Bizi geçmişe tutsak eden kelepçeleri atamadığımızdan, yerimizde sayıp hiçliğe düşmüyor muyuz?
Gıcırdayarak açılan kapıdan nemli, tozlu eski kokusu çıktı
dışarı ilk. Karanlığın içinde şekilsiz birçok hayalet sessizce oyunlar oynadılar. Ürperdim. Gözlerim karanlığa alışıncaya kadar, kapının ağzından onları
seyrettim Bana anlatmaya çalıştıkları öyküyü dinlemek istediğimden emin
değildim. Karanlık kendini puslu bir griye bırakınca ortada sallanan lambayı
gördüm. Bir yerlerde elektrik düğmesi olmalıydı. Duvarda elimi sürüyerek
ilerledim. Işığı yakarak hayaletlerin bedene bürünmesini bekledim.
Yıl yıl, düzenle hazırlanmış albümlere bakıyorum önce. Her
fotoğrafta herkes gülüyor. Herkes sahiden fotoğraflara yansıdığı kadar mutlu mu
o anda? Poz mu verilmiş çoğunda, merak ediyorum. “Nasılsın? “ denildiğinde, her
zaman ama her zaman “ iyiyim “ diyerek biz de poz vermiyor muyuz hayata? Hayat,
darbe üstüne darbeyle bizi bir köşeden diğerine savurduğunda, aldığımız
yaralara rağmen, inatla, kimi zaman yorgun, kimi zaman bezgin de olsa, nefes
almaya devam ederek bu oyunda rol almaya devam etmiyor muyuz? Ve her fotoğrafta
gülümsüyoruz istemsizce. Yıllar sonra elimize alıp baktığımızda sadece iyiyi
hatırlamak istiyoruz. Sanki hiç yara almadan hep gülerek geçmiş zaman gibi. Ne
yanılsama!
Aldığımız yaraların izleri neden çıkmaz fotoğraflarda? Şimdi
düşünüyorum da, belki de iyi zamanlarımızın, daha doğrusu iyi olmak için
kendimizi zorladığımız zamanları sonsuzlaştırmak isteği bu. Kalbi derin deşmiş
yaraların izlerini, istese de, unutamıyor insan. Her soğuk yediğinde sızlayarak
varlıklarını hatırlatıyorlar. Fotoğraflara
yapıştırdığımız gülümsemelerimiz, kabukları her an kalkmaya hazır yaralarımıza
karşı bir savunma duvarı mıdır aslında? Belki…
Fotoğrafları bırakıp evraklara geçiyorum. Benim doğumumun öncesine kadar uzanan, gerekli gereksiz bir sürü evrak var. Yıllarca, hiç
üşenmeden, alınmış bir ekmekten, gidilmiş seyahatlere kadar kuruş kuruş
tutulmuş gider kayıtlarına bakıyorum şaşkınlıkla. Arada adım geçiyor. Benim
için ödenmiş, bana ödenmiş paraların da kaydı var teker teker. Biliyorum kötü
niyet yok ama adımın karşısında bir bedel durması garip hissettiriyor beni.
Ederi olan bir mal gibi. Bana ödenmiş bedelin karşılığını verebildim mi?
Onları her ziyarete gittiğimde, kendimi ailesini ziyarete
gitmiş değil de, bir yakınını ziyarete gitmiş misafir gibi hissederdim. Senede
bir, on beş gün süren bu ziyaretler, bir masal havasında, sürekli davetler,
yemekler içinde geçer, gerçek hayatın akışından payını almazdı. Beni ziyarete
geldiklerinde de aynı durum olur, ben normal hayat akışımdan on beş günlüğüne
sıyrılır, dertsiz tasasız, bol yemeli, içmeli, çok gezmeli, bayram havasında
bir süreç geçirtirdim onlara. Dönerken elime yüklü bir miktarda para
tutuşturulduğunda kendimi, aynen şu anda hissettiğim gibi garip hissederdim.
Çekmecenin en köşesinde duran, kenarları uçak ile gideceğini
belirten mavi, kırmızı damalı mektuplara takılıyor gözüm. Mektupların varlığı
huzursuz ediyor beni. Dokunulması istenmeyen bir geçmişe pencere açılacak ve o
pencereden giren rüzgâr beni üşütecek hissindeyim. Onları ellemeden diğer
evrakları karıştırıyorum bir süre daha. Kayda değer bir şey olmamasına rağmen
mektuplarla karşılaşmamı geciktirmek amacıyla her bir kağıdı detayına kadar okuyorum.
Çoğu çöp.
Mektupları elime alıyorum. Tüm mektuplar aynı kişiden aynı
kişiye yazılmış. Zarfların üstündeki, artık geçmişte kalmış, çocukça el yazımı
tanıyorum. Mektupların hepsi özenle üstlerinden ya bıçak ya da mektup açacağı
ile açılmış. Üstlerindeki damgalardan 1980-1983 yılları arasını kapsadığını
anlıyorum. Daha öncesi ve sonrası nerede mektupların? Niye onlar yok? Diğer
çekmeceleri karıştırıyorum. Hayır, hiçbir yerde yoklar. Yoksa daha önce ve
sonra hiç mektup yazmamış mıyım? Hatırlamıyorum.
Elimde mektuplar; tozlu, yırtıklarından süngerleri pörtlemiş
koltuğa oturuyorum. Süngerin arasına yuvalanmış karıncalar kaçışıyor oraya
buraya. Oturduğumda havalanan toz zerreciklerinin bana cilve yapmalarını
seyrediyorum bir süre. Bodrumun nemli havası beni üşütse de, mektuplar alev
alev parmaklarımın ucunda. Açığa çıkarılmamış bir sırra ulaşmış, bu sırrı
keşfedişin beni daha da karanlığa sürükleyeceğini hissedermiş gibi korkuyorum.
Saçmalıyorum! O tarihlerde on yedi yaşlarındayım. O yaştaki bir genç kızın ne
gibi bir sırrı olabilir ki? Kendime gülüyorum.
Çoğu, önlü arkalı bir sayfadan oluşan, otuz adet mektubu bir
çırpıda okuyorum. Şaşırıyorum. Hepsi tornadan çıkmış gibi, aynı giriş ve
sonuçla bitmiş, arası ise o tarihlerde neler yaptığımı anlatan bilgilerle
doldurulmuş tek düze mektuplar. Satır aralarına bile sıkışmış hiçbir duygu yok.
Sürekli gezen, tozan, havai, duygusuz bir genç kız mektubu yazan. Gerçek miydi? Ben, gerçekten bu kız olabilir
miydim? Sanmıyorum. Bu kız yabancı, bu kızı tanımıyorum.
Cenazede hissettiğim aynı yabancılık duygusu sarıyor. Ait
olmadığım bir dünyaya davetsiz bir misafir olarak gelmiş gibi hissediyorum.
Mezarlıkta, cenazeye tanıdığımdan çok tanımadığım insanların geldiğini
gördüğümde,bu insanların yüzüme “bu da kim? “ diye sorarcasına bakışlarını
yakaladığımda kendimi olmamam gereken bir yerin ucuna mecburiyetten
iliştirilmiş hissetmiştim. Beni tanıyanlar tarafından, yıllarca saklanmış bir
sır gibi tanımayanlara tanıştırıldığımda da perçinlenmişti bu his. Annemle babamın çok gerilerde
kalmış evliliğinden değil de, sanki gayrimeşru bir çocukmuşum gibi, saklanması
icap eden, babamın ikinci evliliğinin çok fazla içinde yer almaması gereken
biri gibi. Öyle aykırı, öyle yabancı…
Mektupları yanıma alıp tekrar okuma dürtüsü ile doluyorum.
Sonra vaz geçiyorum. Mektupları koltuğun üzerine bırakıyorum. Karıncaların
mektupların üzerine tırmanışlarını seyrediyorum bir süre. Babamla ilgili bütün
yoksunlukları mezarına gömdüğüm gibi, bu mektupların bana taşıyacağı tüm
anıları da bodrumun karanlığına gömmek istiyorum.
Merdivenleri çıkarken, aklımda “ o kıza ne oldu? “ sorusu
dönüp duruyor.