KİTAP YORUMLARI

ÖYKÜ

6 DAKİKA

24 Ekim 2014 Cuma

BODRUM

Tanımadığım birinin gizli sırlarına izinsiz giriyormuşum gibi hissediyorum. Çekmeceyi açarken ellerim titriyor kalbimin hızlı atan ritminde. Tozlanmış birçok albüm, zarflı, zarfsız bir sürü evrak ve bir deste mektup karşılıyor beni. Bir duyun ucuna takılmış ampulün sarı ışığı yansıyor üzerlerine. Terk edilmiş olmalarının hüznünü yansıtıyor bu sarılık. Aynı hüzne ben de kapılıyorum, hiçbir şeye dokunmadan çekmecenin kalabalık yalnızlığını seyrederken.

Yıllardır gele gide, her odasını, her eşyasını ezberlediğim bu evin bodrumuna hiç inmemişim nedense. Evi satılığa çıkarmadan evvel evin içindekileri boşaltmak zorunda olmasam belki de hiç inmeyecektim. Kullanım dışı kalmış eşyalar, bozuk lambalar, kütüphanede kendine yer bulamamış kitaplar, anıları solmuş fotoğraflar neden saklanır bilmem. Bir nevi geçmişe ihanet etmeme kaygısı sanırım. Unutulmak istenmeyen ama unutulması gereken anılar bütünü. Karanlık, soğuk, tozlu bodrumun kapıları ardına saklayıp, gözden uzak ama gene de yakında tutma arzusu. Sanki onlar olmazsa hayata tutunamayacak, köksüz oradan oraya savrulup yok olunacak endişesi gibi. Oysa, bazı anıları unutamadığımızdan yok olmuyor muyuz? Bizi geçmişe tutsak eden kelepçeleri atamadığımızdan, yerimizde sayıp hiçliğe düşmüyor muyuz?

Gıcırdayarak açılan kapıdan nemli, tozlu eski kokusu çıktı dışarı ilk. Karanlığın içinde şekilsiz birçok hayalet sessizce oyunlar oynadılar. Ürperdim. Gözlerim karanlığa alışıncaya kadar, kapının ağzından onları seyrettim Bana anlatmaya çalıştıkları öyküyü dinlemek istediğimden emin değildim. Karanlık kendini puslu bir griye bırakınca ortada sallanan lambayı gördüm. Bir yerlerde elektrik düğmesi olmalıydı. Duvarda elimi sürüyerek ilerledim. Işığı yakarak hayaletlerin bedene bürünmesini bekledim.

Yıl yıl, düzenle hazırlanmış albümlere bakıyorum önce. Her fotoğrafta herkes gülüyor. Herkes sahiden fotoğraflara yansıdığı kadar mutlu mu o anda? Poz mu verilmiş çoğunda, merak ediyorum. “Nasılsın? “ denildiğinde, her zaman ama her zaman “ iyiyim “ diyerek biz de poz vermiyor muyuz hayata? Hayat, darbe üstüne darbeyle bizi bir köşeden diğerine savurduğunda, aldığımız yaralara rağmen, inatla, kimi zaman yorgun, kimi zaman bezgin de olsa, nefes almaya devam ederek bu oyunda rol almaya devam etmiyor muyuz? Ve her fotoğrafta gülümsüyoruz istemsizce. Yıllar sonra elimize alıp baktığımızda sadece iyiyi hatırlamak istiyoruz. Sanki hiç yara almadan hep gülerek geçmiş zaman gibi. Ne yanılsama!

Aldığımız yaraların izleri neden çıkmaz fotoğraflarda? Şimdi düşünüyorum da, belki de iyi zamanlarımızın, daha doğrusu iyi olmak için kendimizi zorladığımız zamanları sonsuzlaştırmak isteği bu. Kalbi derin deşmiş yaraların izlerini, istese de, unutamıyor insan. Her soğuk yediğinde sızlayarak varlıklarını hatırlatıyorlar.  Fotoğraflara yapıştırdığımız gülümsemelerimiz, kabukları her an kalkmaya hazır yaralarımıza karşı bir savunma duvarı mıdır aslında? Belki…

Fotoğrafları bırakıp evraklara geçiyorum. Benim doğumumun öncesine kadar uzanan, gerekli gereksiz bir sürü evrak var. Yıllarca, hiç üşenmeden, alınmış bir ekmekten, gidilmiş seyahatlere kadar kuruş kuruş tutulmuş gider kayıtlarına bakıyorum şaşkınlıkla. Arada adım geçiyor. Benim için ödenmiş, bana ödenmiş paraların da kaydı var teker teker. Biliyorum kötü niyet yok ama adımın karşısında bir bedel durması garip hissettiriyor beni. Ederi olan bir mal gibi. Bana ödenmiş bedelin karşılığını verebildim mi? 

Onları her ziyarete gittiğimde, kendimi ailesini ziyarete gitmiş değil de, bir yakınını ziyarete gitmiş misafir gibi hissederdim. Senede bir, on beş gün süren bu ziyaretler, bir masal havasında, sürekli davetler, yemekler içinde geçer, gerçek hayatın akışından payını almazdı. Beni ziyarete geldiklerinde de aynı durum olur, ben normal hayat akışımdan on beş günlüğüne sıyrılır, dertsiz tasasız, bol yemeli, içmeli, çok gezmeli, bayram havasında bir süreç geçirtirdim onlara. Dönerken elime yüklü bir miktarda para tutuşturulduğunda kendimi, aynen şu anda hissettiğim gibi garip hissederdim.

Çekmecenin en köşesinde duran, kenarları uçak ile gideceğini belirten mavi, kırmızı damalı mektuplara takılıyor gözüm. Mektupların varlığı huzursuz ediyor beni. Dokunulması istenmeyen bir geçmişe pencere açılacak ve o pencereden giren rüzgâr beni üşütecek hissindeyim. Onları ellemeden diğer evrakları karıştırıyorum bir süre daha. Kayda değer bir şey olmamasına rağmen mektuplarla karşılaşmamı geciktirmek amacıyla her bir kağıdı detayına kadar okuyorum. Çoğu çöp.

Mektupları elime alıyorum. Tüm mektuplar aynı kişiden aynı kişiye yazılmış. Zarfların üstündeki, artık geçmişte kalmış, çocukça el yazımı tanıyorum. Mektupların hepsi özenle üstlerinden ya bıçak ya da mektup açacağı ile açılmış. Üstlerindeki damgalardan 1980-1983 yılları arasını kapsadığını anlıyorum. Daha öncesi ve sonrası nerede mektupların? Niye onlar yok? Diğer çekmeceleri karıştırıyorum. Hayır, hiçbir yerde yoklar. Yoksa daha önce ve sonra hiç mektup yazmamış mıyım? Hatırlamıyorum.

Elimde mektuplar; tozlu, yırtıklarından süngerleri pörtlemiş koltuğa oturuyorum. Süngerin arasına yuvalanmış karıncalar kaçışıyor oraya buraya. Oturduğumda havalanan toz zerreciklerinin bana cilve yapmalarını seyrediyorum bir süre. Bodrumun nemli havası beni üşütse de, mektuplar alev alev parmaklarımın ucunda. Açığa çıkarılmamış bir sırra ulaşmış, bu sırrı keşfedişin beni daha da karanlığa sürükleyeceğini hissedermiş gibi korkuyorum. Saçmalıyorum! O tarihlerde on yedi yaşlarındayım. O yaştaki bir genç kızın ne gibi bir sırrı olabilir ki? Kendime gülüyorum.

Çoğu, önlü arkalı bir sayfadan oluşan, otuz adet mektubu bir çırpıda okuyorum. Şaşırıyorum. Hepsi tornadan çıkmış gibi, aynı giriş ve sonuçla bitmiş, arası ise o tarihlerde neler yaptığımı anlatan bilgilerle doldurulmuş tek düze mektuplar. Satır aralarına bile sıkışmış hiçbir duygu yok. Sürekli gezen, tozan, havai, duygusuz bir genç kız mektubu yazan.  Gerçek miydi? Ben, gerçekten bu kız olabilir miydim? Sanmıyorum. Bu kız yabancı, bu kızı tanımıyorum.

Cenazede hissettiğim aynı yabancılık duygusu sarıyor. Ait olmadığım bir dünyaya davetsiz bir misafir olarak gelmiş gibi hissediyorum. Mezarlıkta, cenazeye tanıdığımdan çok tanımadığım insanların geldiğini gördüğümde,bu insanların yüzüme “bu da kim? “ diye sorarcasına bakışlarını yakaladığımda kendimi olmamam gereken bir yerin ucuna mecburiyetten iliştirilmiş hissetmiştim. Beni tanıyanlar tarafından, yıllarca saklanmış bir sır gibi tanımayanlara tanıştırıldığımda da perçinlenmişti bu his. Annemle babamın çok gerilerde kalmış evliliğinden değil de, sanki gayrimeşru bir çocukmuşum gibi, saklanması icap eden, babamın ikinci evliliğinin çok fazla içinde yer almaması gereken biri gibi. Öyle aykırı, öyle yabancı…

Mektupları yanıma alıp tekrar okuma dürtüsü ile doluyorum. Sonra vaz geçiyorum. Mektupları koltuğun üzerine bırakıyorum. Karıncaların mektupların üzerine tırmanışlarını seyrediyorum bir süre. Babamla ilgili bütün yoksunlukları mezarına gömdüğüm gibi, bu mektupların bana taşıyacağı tüm anıları da bodrumun karanlığına gömmek istiyorum.

Merdivenleri çıkarken, aklımda “ o kıza ne oldu? “ sorusu dönüp duruyor.





14 Ekim 2014 Salı

ALMANYA NOTLARI - 3

Yazının başlığından gene mi Almanya dediğinizi duyar gibiyim. Duygu yoğunluğu ile bir yerde olunca, insanın bakışı, gözlemleyişi farklı oluyor haliyle. Yürek kapılarınız açık olduğundan, dokunabiliyor bazı şeyler. Öyle esip geçmiyor rüzgâr, bir kar fırtınası gibi içinizi titretiyor. Sarıyor, dokunuyor, deliyor…

Bu sefer Almanya’ya cenaze için gittiğimden, birçok insanı görme, onlarla sohbet etme ve inceleme fırsatım oldu. Bu insanların çoğunluğu, babamın yaşı nedeniyle, yetmiş yaş üstü olmakla beraber, onların çocukları, torunları derken geniş bir yaş yelpazesini kapsıyordu. Dikkatimi çeken ilk şey, bu kadar kalabalığın içinde, eşleri vefat etmişlerin haricinde kimsenin yalnız olmayışıydı. Çoğunluğu hala ilk eşleriyle evli, bazıları ise ikinci evlilikleri ya da beraberliklerindeydi. Hayat arkadaşı kavramının iyice yerleştiği ve kanuni haklara sahip olduğu bir ülke Almanya. Dolayısı ile kağıt üzerinde imzaları olmasa da yıllardır hayat arkadaşlığı yapan çiftlere de evli diye bakıyorum ben. Gönülden evlenmişler, imzaya ne gerek? Zaten oldum olası, sevmemişimdir bu imza işini.

Daha da güzeli, bu çiftlerin kadınlarında bir mutsuzluk emaresi görmeyişimdi. Daha açık bir ifadeyle, erkekleri tarafından geride bırakılmışlık, ezilmişlik, bastırılmışlık sezilmiyordu kadınlarda. Birbirleri ile iletişimlerine baktığımda kadınla erkeğin eşit olduğu bir birliktelik görülüyordu. Birbirlerine önce insan, sonra kadın veya erkek diye bakıyorlardı. Hiçbir erkekte “sen anlamazsın”, “ sen benim bir adım gerimde dur “ duruş, hükümran bir tavır yoktu. Eşlerine karşı büyük bir saygı seziliyordu. Gencinde de yaşlısında da. Aramızda en genç olan, yirmi beş yaşındaki, üvey annemin yeğeninin oğlunun bile yeni kız arkadaşıyla son derece düzgün bir ilişkisi olduğu gözlemlenebiliyordu. Zaten aile de, oğullarının bu ilişkisine saygı duyuyor, daha birkaç gün evvel, kızın doğum günü için onu aradıklarını ve oğulları vasıtasıyla hediye gönderdiklerini anlattı. Ailenin bu saygısı, oğlana da yansımış, o da aynı sevgi ve saygı çerçevesinde davranıyordu.

Hatta bir tanıdıklarımızla çıktığımız yemekte, şu anda Londra’da görev yapan beyin görevinin Şubat’ta biteceğini öğrendiğimde, “ e sonra ne yapacaksın?” soruma “ New York’a gönderilme durumum var “ cevabına eşinin direk olarak “ hiçbir yere gitmiyorsun, Londra neyse ama New York asla olmaz “ çıkışmasını hayretle izledim. Adam buna ne sinirlendi, ne “sen karışma “ dedi, ne de başka bir şey. Sadece “sen öyle diyorsan “ dedi bıraktı. Eminim evde tekrar konuşulacaktır bu konu ama kadının çıkışmasındaki rahatlık, korkusuzluk dikkatimi çekti. Biz de olsa kadın fikrini beyan eder ama çekinerek. Bir de bir eve gittiğimizde kahve içmek istedim, kadın “bizde kahveyi kocam yapar, ben anlamıyorum kahve makinasından “ dedi ve ben kahvesiz kaldım. Bizde kahve yapamayan bir kadın topa koyulur, kesin!

E, ne var şimdi bunlarda diyebilirsiniz. Olması gereken zaten bu. Aynen öyle; olması gereken bu. Ancak ülkemdeki her yaş ve kültür seviyesindeki ilişkilere, kadınlara, erkeklere baktığımda maalesef durumun böyle olmadığını gözlemliyorum. En mürekkep yalamışının bile kadınlara belli kalıplar içinde baktığı bir ülke burası. Okumuş, kendini geliştirmiş, iki ayağı üzerinde durabilen kadınlardan uzak durulan veya iş hayatı yoğun olduğu için evde hamarat ev kadınını oynamayan kadınların “ iyi bir ev kadını değilsin “ şeklinde kulplar bulunup, eleştirilerek duygusal şiddete maruz bırakılan kadınların ülkesi. Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde herhangi bir tartışmaya düşünceleri ile iki kereden fazla katılan bir kadına “aranıyor “ diye bakılan, bu çerçevede yaklaşılan dolayısı ile kadınları kendi kabuklarının içine sıkıştıran bir ülke. Bu düşünce yapısını aşabilmiş erkeklerin az olduğu bir ülke.

Ataerkil toplum yapısının kemiklerimize kadar işlediği bu ülkede sadece erkeklere yüklenmek istemiyorum. Kendi birçok sıkıntı yaşamış kadınlar bile iş kendi oğullarına gelince, aynen gördükleri düzen içinde, onları da, farkında olmadan belki, aynı düşünce yapısıyla yetiştiriyorlar. Kaç aile genç oğullarının, onunla gezip tozan, geceleri çıkan kız arkadaşlarına saygı gösterip, ön yargısız davranabiliyor? Hele bir de geceyi beraber geçirirse “orospu “ damgasını yemiyor mu? Dürüst olalım. Halbuki, aile saygı gösterirse oğlan da saygı gösterir.

Gene aynı çerçeve içinde, ailelerin kızlarını yetişmeleri de öyle. Kendimi örnek gösterirsem; okumuş, dünya gezgini bir aileye sahip olmama rağmen, üniversite okumak istediğimde “ okuyup ne yapacaksın? Evlenip evinin kadını olacaksın, bari başka erkeklerin yerini alma” diye üniversite okuma arzumun önüne geçilme çabası gösterilmiş biriyim. Bütün iş hayatıma rağmen kırk beş yaşında eşimden boşanmaya niyetli olduğumu söylediğimde “ başında erkeksiz nasıl yapacaksın? Bu yaştan sonra bir daha evlenemezsin de “ denilmiş biriyim. Demem o ki, bir yandan okutulurken ana hedefin her daim evlilik yani bir erkeğin koruması altında olmak olduğu öğretilen bir toplumda yaşıyoruz. Bu öğretiyi kendine hedef alan birçok kadın da var. Bütün bunlar erkeğe hükmetme yetkisinin verildiğini zannetmesine yol açıyor maalesef. İlişkinin, evliliğin karşılıklı sevgi, saygı, güven, paylaşım gibi ögeler taşıması gerektiği konusunu ise çoğunlukla el yordamıyla, tecrübeyle keşfediyoruz.

Kadının çok tartışıldığı, siyasetin kadın üzerinden yapıldığı bu günlerde, yukarıda bahsini ettiğim kadın algısını aşmış, kadını insan olarak kendisiyle eşit haklara sahip gören erkeklere, bu algıdan sıkılmış, toplum içinde önce insan sonra kadın olarak yer almak isteyen kadınlara çok iş düşüyor. Siyaset içinde yer alıp bu konuda çalışamıyorsak bile kendi çocuklarımızı doğru eğitip, en azından gelecek kuşaklarda bu sorunun azalmasına katkıda bulunabiliriz.


10 Ekim 2014 Cuma

ALMANYA NOTLARI -2

Blogu takip edenlerin malumu 24. Eylül’de babamı kaybettim. Baba Alman bir de Hristiyan olunca tüm alışageldiğimiz adetlerin dışında oluyor cenaze töreni. Kültürel farklılıklar bağır bağır gösteriyor kendini. Yüzde yüz Türk kültürü ile yetişmiş ben haliyle bir garip hissettim kendimi, kendi babamın cenaze töreninde. Oraya ait değilmiş gibi… Ne bileyim var ama yok gibi.

Babamın vefat haberini öğrenir öğrenmez arayan soran insanların çokluğuna şaşırdım önce. Hayatımın yıllar öncesinde kalmış insanlar bile aradı. Sağ olsunlar. Hatta uzaktan birbirimizi sevdiğimiz ama pek görüşmediğimiz bir arkadaşımı kapımın önünde görünce daha bir şaşırdım. Tepsi tepsi baklavalar, börekler geldi o gün eve. Kim gelir ki bana taziyeye? Ertesi gün de gitmeyi planladığım için, zaman içinde gelme ihtimali olan da yok. Ama adettendir diye yollamışlar. Sevgili kuzenim işten izin alıp bütün gün ve gecesini benim yanımda geçirdi mesela. Almanya’da kim yapar böyle bir şey? Kimse. Sağ olsun, o şokumun içinde bana bebekler gibi baktı canım Zeynep’im.

Bu sevgi ve ilgi yoğunluğundan çıkıp Almanya’ya vasıl oldum. İslam’da sıcaktan kokmasın diye hemen gömülme adetine karşın orada istenilen zamanda yapılabiliyor cenaze töreni. Zaten birkaç cenaze aynı güne denk gelirse hepsinin cenaze namazının bir arada kılınması gibi bir adette yok. Kilisedeki dua için gün alınıyor. Her bir cenazeye ayrı bir dua. Mezarlığın yanındaki ibadethanede yapılıyor cenaze töreni. Dolayısı ile Hristiyanlığın hangi fraksiyonuna bağlıysanız bağlı olun, aynı yerde yapılıyor. Ayrılık gayrılık yok. Herkesin kendi inancına göre papazı gelip duasını okutuyor. Hafta sonunda da cenaze kalkmadığı için bizim cenazenin günü 30 Eylül Salı’ya kalmış.

Hastalığı sırasında gitmelerim hariç, her seferinde istisnasız babamın karşıladığı havaalanında bu sefer üvey annemin karşılaması buruyor içimi. Ağustos’ta kızımla gittiğimizde bile babam geçirmişti bizi havaalanından. En son görüşüm o oldu zaten.  Üvey annem beni alır almaz “ akşam papaz gelecek eve “ dedi. Şaşırdım. Niye ki? Öyleymiş adet. En azından babamın bağlı olduğu kilisenin adeti öyleymiş. Babamın bir kiliseye bağlı olmasına bile şaşırıyorum. Küçükken babaannem ve dedemin beni kiliseye götürdüklerini hatırlıyorum ama sonraki yıllarda babamın hiç kiliseyle ilişkisi olmamıştı ki! Son birkaç yıldır gene kiliseye gitmeye başladığından bahsetti üvey annem.

Almanlarda, bizdeki gibi akın akın taziye ziyaretine gelmiyor insanlar. Ya telefonla arayıp taziyelerini iletiyorlar ya da posta kutusuna bıraktıkları taziye kartlarıyla üzüntülerini iletiyorlar. Karşı kapı komşusu bile kart atıyor. Havaalanından eve geldiğimizde posta kutusunda birkaç taziye kartı buluyoruz. Bazılarının içinden para çıkıyor. Bu ne ? diye sorunca öğreniyorum ki bu da adetmiş. Cenaze masrafları çok yüklü olduğundan, geride kalan eşe destek amaçlı para verilirmiş. Bizde cenaze evine giderken yemek götürülmesi yerine böyle bir adet. Daha mantıklı aslında. İhtiyacı olan kullanırmış, olmayan bir yere bağışlarmış. Üvey annem toplanan parayı ikiye böldü. Yarısı Alman Kanser Araştırma Vakfına gitti, diğer yarısını ise bana verdi ülkemize sığınan mültecilere yardım amaçlı göndermem için.

Akşam takım elbiseleri ve kravatları ile iki tane adam geliyor eve. Ben herhalde babamın bir ahbapları diye düşünürken anlıyorum ki bunlar papaz. Papazların cüppeleri olmaz mıydı? Babamın bağlı olduğu kilisede teoloji eğitimi alması gerekmiyormuş papazların. İncil’i hatmedip, kilisenin eğitiminden geçince görevlendirilebiliyormuş bu kişiler. Bunlar kendi işlerinin yanında gönüllü yapıyorlarmış bu görevi. Hiçbir ücret almadan, maneviyat adına yapıyorlarmış. Bu papazlarda işlerinden çıkıp gelmişler. Hem cenaze töreninde yapacakları konuşma için ölen kişi hakkında bilgi almak, hem de aileye özel dua okumak için. Duayı okuyor papazlardan genç olanı. Yumuşak, insanın içine dinginlik veren bir ses tonu var. Duanın sözlerini dinliyorum. Bizdeki dualardan farksız. Aynı şeyleri söylüyorlar. Bir kere daha tüm dinlerin temelinin aynı olduğunu düşünüyorum. Dinleri ayrıştıran insanlar ve ritüelleri. Yoksa felsefeleri aynı.

Papazlar gidince babamın bağlı olduğu kiliseyi soruyorum üvey anneme. Ne garip değil mi insanın babasının hangi kiliseye bağlı olduğunu bilmemesi? Gene o yabancılık hissi giriyor içime. Neuapostolische Kirsche diyor. Hayda böyle bir kilise mi varmış?  Kendisi Katolik olan üvey annem de çok fazla bir şey bilmiyor bu konuda. Temelleri İncil diyor. E herhalde. Başka? Aynı kiliseye bağlı olan bir tanıdığımıza soruyorum. O da görevlilerdenmiş. Hep böyle miş’li yazmak durumundayım. O kadar çok şey varmış ki babam ve çevresi hakkında bilmediğim… O uzaklık hissi hep içimde. Neyse. Bu kilise İsa’nın geri geleceğine, o geri dönünceye kadar havarilerini dünyaya yolladığına, dolayısı ile aramızda yaşayan havariler olduğuna inanıyormuş. Daha detaylı bilgi alayım diye interneti karıştırıyorum. 1863 yılında Katolik Kilisesinden ayrılıp Hamburg’da kurulmuş bir kilise. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde üyeleri var. Geri kalan inanışlar aynı. Allah’a inanırım, İsa’ya inanırım vb.

Cenaze gününe kadar sakin geçiyor günler. Gelen giden yok. Sadece arayanlara cevap veriyor üvey annem. Her telefonda bir kere daha ağlıyor kadıncağız. E kolay değil, otuz beş yıllık evliliklerinde neredeyse bir günleri ayrı geçmemiş. Çok da muhabbetli bir çiftlerdi. Durup durup “ ben şimdi kime anlatacağım? Kiminle sohbet edeceğim? Sen de gidince ben ne yapacağım?“ diye ağlıyor. Hep düşünmüşümdür cenazelerde insanlar ölen için mi ağlarlar kendileri için mi ağlarlar? Sanırım içlerinde oluşan boşluğa ağlıyor daha çok insanlar. Babamın vefatına elbette ben de üzülüyorum ama yakalandığı kanserin son evrelerini yaşamak durumunda kalmamasında teselli buluyorum. Boşluk konusuna gelince; onu hiç deşmeyelim, o çok derin bir konu…

Cenaze sabahı siyahlarımızı giyiyoruz. Orada adet öyle. Cenaze sahipleri kesin siyah giymeli, cenazeye gelenlerde mümkünse koyu renk. Öyle açık renk, allı dallı bir şey giyilmesi ayıp ve saygısız olarak algılanıyor. Hatta yas süresince en yakın aile fertlerinin siyah giymesi bekleniyor ama üvey annem, sonraki günlerde siyah pantolon üzerine giydiği desenli gömleklerle bu adeti deliyor. Bana gelince cenazede siyah giyilme adetini biliyorum ama devamını bilmediğimden yanımda öyle siyah giysiler yok. Hatta bir gün ayağımda beyaz pantolon, üzerimde yeşilli kırmızılı bir t-shirt ve ayağımda kırmızı lastik ayakkabılarımla komşuyla karşılaşınca ters bir bakışa maruz kalıyorum. Üvey annem “ kızı, Türkiye’den geldi “ şeklinde açıklama yapmak zorunda hissediyor kendini. Ne anlamsız adetler. Sen benim yüreğim kara mı değil mi ona bak. Boş ver üstü başı.

Kilise töreni babamla eşinin en sevdiği şarkı olan Spanish Eyes’la başlıyor. Üvey annem orgla çalınan ilahilerden istememiş. İyi de yapmış. Kargaşa yok, hara güre yok. Biz kapıda beklerken önümüzden geçip kiliseye girerken herkes başsağlığı diliyor. Ayrıca kapıda gelenlerin imzalaması için bir defter konmuş. Kimin geldiği belli. Beni tanıyan kadar tanımayan var. Babamın ölümünde, senelerdir gizli kalmış bir sır gibi tanıtılıyorum tanımayanlara. Bir kısım insan tuhaf tuhaf bakıyor bana. Tamamıyla Alman güruhunun içinde bir Türk. O ait olamama, yabancılık hissi beni hiç bırakmıyor. Eve gelen genç papaz töreni yönetiyor. Kısa, öz fakat dokunaklı bir konuşma yapıyor. Sonra dua ediliyor hep beraber. Ben onların duasını bilmediğimden ellerimi açıp Fatiha okudum. Bütün yaşantımız sıra dışıydı zaten. Bir tane daha ekledik böylece. Tören gene babamla ikisinin sevdiği Andreas Gabalier’in söylediği Amoi seg’ ma uns Wieder (Aşkım Tekrar Görüşeceğiz) parçası ile bitiyor.
Gene oradaki adet üzerine törenden sonra hep beraber üvey annemin organize ettiği öğle yemeğine gidiliyor. Bizdeki akşam dua ve sonrasındaki yeme-içme faslı böyle yapılıyor buralarda. Yemek sonrası kahvenin yanında babamın hayatının bir kesitinin vurgusu (belki de benim bir dokunuşum) olsun diye götürdüğüm fıstıklı lokumlar ilgi yaratıyor. Birkaç kişi artık babanın eşiyle sen mi ilgileneceksin? Burada mı kalacaksın? gibi sorular soruyor. “Kalamam, evde beni bekleyen bir kızım var ama on gün buradayım. Ondan sonra size emanet” diyorum. Kimi takdir ediyor, kimi az buluyor bu süreyi. Vefattan sonra yapılacak işlerle birinin ilgilenmesinden memnunlar ama kendilerine gelince kimsenin el uzatmaya niyetli olmadığını görüyorum. Kötülüklerinden değil. Sadece düzen öyle onlarda. Bizde ki gibi yardım etmek için kendini paralayan kimse yok. Herkes bireysel yaşıyor.

Çay kahve faslı bittikten sonra dağılıyor herkes. Evli evine köylü köyüne. Bizde cenazenin en yakın iki kişisi olarak yalnız eve dönüyoruz. Birimiz onun son otuz beş senesinin gün be gün yanında olan eşi, diğerimiz ise yedi yaşından beri senede bir kere tatillerde gördüğü kızı.

“ Du warst sein Himmel “ dedi bana üvey annem.” Sen onun gökyüzüydün. Seni o kadar güçlü bulur o kadar güvenirdi ki, sana karışmaya gerek duymazdı. Senin her zaman ne yaptığını bildiğini bilir, her zaman doğruyu yapacağına inanırdı. “


Ah! Babam… Bir bilsen…

8 Ekim 2014 Çarşamba

ALMANYA NOTLARI -1

Memlekete vasıl olduk.

24 Eylül’de babamın vefat haberini alır almaz apar topar gittiğim Almanya’da geçirdiğim duygu yoğun, ölüm, hüzün, keder kaplı günlerden sonra dün akşam döndüm. Gelince orada yaşadıklarımı, kültürel farklılıklarımızı yansıtan bir yazı yazmaya niyetliyken sabah bilgisayarımı açar açmaz karşılaştığım protesto, ölüm, sıkıyönetim haberlerinden sonra yazının içeriği değişti maalesef.

Her ne kadar Almanya’da da olsa insan Türkiye’den fazla uzak hissedemiyor kendini. Her sokakta muhakkak bulunan Türk dükkânları, sokaklarda neredeyse Alman nüfusu kadar çoğu başörtülü mevcut Türklerle, televizyonda karşınıza çıkan sunucu, komedyen ya da vatandaş Türklerle Almanya’da kurulmuş küçük bir Türk Cumhuriyeti içinde hissediyor insan kendini. Özellikle de son günlerde tüm dünyanın odak noktası olan Kobane olaylarından dolayı her gün ilk haber olarak Kobane ve Erdoğan’ı görüyorsunuz televizyonlarda.

Her akşam televizyondaki tartışma programlarında Alman hükümetinin Suriyeli mültecilere neden yeterli destek vermediği, daha fazla verilip verilemeyeceği tartışılıyor. Engisizyon mahkemesi gibi birçok kişinin karşısına oturtulmuş hükümet yetkilisi sorguya çekiliyor. Öyle kibarca falan da değil, dan dan fikrini söylüyor herkes. Bir devlet kanalındaki haber sunucusu epey paraladı hükümet yetkilini mesela. Hükümet yetkilileri söz birliği etmişlercesine ki etmişlerdir hep aynı cevabı veriyorlar. “Biz Avrupa ülkeleri arasında en fazla mülteci kabul eden ve yardım gönderen ülkeyiz. “ Kabul edilen mülteci sayısı 50.000. Buna karşılık olarak ekonomik olarak daha fakir olan Türkiye’nin 2 milyona yakın mülteciyi kabul ettiği ve her gün akın akın gelmekte olan mültecilere de hala kapısının açık olduğu söylendiğinde tipik bir politikacı olarak lafı dolandırıp dolandırıp sonuçta pek bir şey söyleyemiyorlar. Diyebildikleri “ancak bu kadar insana kalacak yer sağlayabiliyoruz. Mültecileri kabul etmek işi çözmez. Çözülmesi gereken oradaki meseledir ki insanlar evlerinde, yurtlarında rahatça yaşayabilsinler. “ Bu dedikleri çok güzel de meselenin çözülmesi için ne yapıyorlar orası meçhul. Yeşiller Partisinin Türk sözcüsü Özdemir “olaya politik değil, insani bakmak lazım “ dediğinde büyük alkış alıyor seyircilerden.

Türkiye’nin İŞİD’e karşı askeri müdahalede bulunmamasına öfkeliler Almanlar.” Olaylar sınırınızda yaşanıyor, Kobane düştü mü kapınızdalar, size de bulaşacak bu konu “ diye sanki bizi korur amaçlı bir söylemleri varsa da İŞİD dalgasının tüm dünyayı saracağı ve kendi ülkelerine de geleceği konusunda endişeleri var. Asker gönderme konusu ise hiç yok. Önce hele bir Türkiye adım atsın, biz de arkadan destek veririz havasındalar. Ancak İŞİD’in İslami bir örgüt olması ve Türkiye’nin de bir İslam devleti olmasından bir paralellik kurup genel olarak Türklere karşı bir nefret, öfke hâkim. Zaten yıllar içinde ülkelerini işgal etmiş, Almanlarla kaynaşmayı reddeden Türkleri pek sevdikleri söylenemez. Şu anda yaşananlar duygularını pekiştiriyor sadece.

Bu arada, burada bahsi geçti mi bilmiyorum ama Hong Kong’ta da üniversiteli gençler demokrasi için oturma eylemi yaptılar bir hafta boyunca. Tam bir Gezi Parkı havasında, gençler sokaklarda yaşadılar. Hükümet sürekli dağılın uyarısı yaptı, ufak tefek polisle gençler arasında itişmeler yaşandı ama ben ne TOMA ne de gaz fişeği gördüm. Her ne kadar hükümet taviz vermeyeceğini belli ettiyse de, gençlerin sözcüleri ile hükümet arasında görüşmeler başladı. Bir yere varır mı? Sanmıyorum. Oradaki gençlerle röportaj yapıldığında “ neden buradasınız? “ sorusuna “ ya şimdi ya hiç, bunu yapmak zorundayız “ cevabını verdi çoğu. Destek veren daha orta yaşlı grup ise “ gençleri korumak, desteklemek için buradayız. Ne kadar kalabalık olursak bize dokunmaları o kadar az mümkün olur “ diyerek desteklerini gösterdiler. Kendimi Gezi Parkı olaylarında sandım. Görülüyor ki Brezilya, Mısır, Türkiye, Hong Kong derken tüm dünya gençliğinde bir hareketlenme var. Bunun sonuçlarını hemen alamasak da bir gün alacağız elbette. Bir gün gelecek, mıh gibi koltuklarına çakılmış siyasiler o koltukları boşaltıp yerlerini bu günkü gençlere bırakacaklar. Biz değilse bile çocuklarımız meyvelerini yiyecekler inşallah.

Üç ay gibi kısa bir sürede babamı kaybettim. İnsanın üzülmemesi imkânsız. Ancak şu anda yaşanan acımasızca ölümleri, perişan olmuş bir halkı, fakirliği, adaletsizliği, acımasızlığı gördükçe iyi bir hayat yaşamış, yetmiş dokuz yaşına ulaşmış, doğanın kanunu gereği vakti gelmiş babamın ölümüne alışıldığı gibi yas tutamıyorum. İçin için İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamış babamın, bu günleri ve bizi bekleyen daha da kötü günleri görmeden bu dünyadan veda edişine seviniyorum bile.


Ne İslamın ne Hristiyanlığın ne de her hangi bir dinin bu kadar insanlık dışı bir acımasızlığa zemin olabileceğine inanmıyorum. Sadece insanın içine yerleşmiş “güç” olgusunun, her dinin temeli olan on emire baskın gelmesi olarak görüyorum. Din gibi temelinde sevgi, iyilik, hoşgörü, affetme, paylaşım olması gereken bir olgunun bu gün yaşananlara zemin olması ise çok hazin…

4 Ekim 2014 Cumartesi

BAYRAM MI? GEÇİNİZ...

Gene bir bayram günü…

Bayramlar bayram olmaktan çıkalı çok oldu. Bayram eskiden, sevgi ve saygının hüküm sürdüğü, evlerin yeni pişmiş kurabiye, börek, çöreğin kokusuyla dolduğu, çocukların yeni alınmış bayramlıkları içinde, bayram harçlıklarına sevindiği, herkesin birbirine sevgiyle sarıldığı günlerdi. Akrabalar ziyaret edilir, ikramlar yapılır, yenilir, içilir, sohbet edilirdi. Seyahat planları yapılmazdı, zaten çok da seyahate gidilmezdi. Bayram harçlıkları abartılmaz, mendil içine, çocukların şeker, çikolata alabileceği kadar para konurdu. İnsanlar birbirinden kaçmazdı, birbirine koşardı. Külfet gibi gelmezdi, keyif olurdu. En azından çocuk olarak bana öyle gelirdi. Anneannemle dedeme gitmek bana her zaman mutluluktu. Bunların hepsi geride kaldı.

Sonraları bayram tatillerinde bir yerlere gitmek moda oldu. Hoş hala moda. Artık büyükler bile” bu bayram bir yere gitmiyor musun?” diye sorar oldu. Bayramın taşıması gereken birliktelik, paylaşım , sevgi, saygı duyguları yavaş yavaş yok oldu. Bayram ruhu tamamen kayboldu. Şimdilerde adettendir diye kutluyor herkes birbirini. Neyi kutladığımızı biliyor muyuz gerçekten?

Bu güne bakınca, zulümden kaçıp topraklarımıza sığınan binlerce mülteciyi, Soma’da babalarını taze kaybetmiş çocukları, Gazze’yi, Ukrayna’yı, memlekette başka sorun yokmuş gibi kafalarını kadınlara, kız çocuklarına takmış meclisimizi, gittikçe yok edilen güzelliklerimizi, Müslüman veya değil ama insanın insana düşmanlığını düşününce bayram bana inanılmaz anlamsız geliyor. Yaşananlar bayram ruhuna o kadar ters ki! Artık sevgiyi hissedemiyorum. Bayramın mantığını hiç anlamadığımızı düşünüyorum. Her bayramda anlarmış gibi yapıyorsak da bayram geçer geçmez gene eski düzene dönmekte gecikmiyoruz. Samimiyetimize inanmıyorum.

Oldum olası bayramlarda kurban kesilmesine karşıyım. Evet bu bir ibadet şekli, bir ritüel ama gene de sevmiyorum. Etrafımızda ihtiyacı olan insanlara, kestiğimiz kurban etlerinden vermektense kurbana harcayacağımız parayla daha gerekli, daha faydalı yardımlarda bulunabilinir diye düşünüyorum. Paylaşmanın, yardımlaşmanın binlerce yolu var. Yeter ki içten olsun, sevgiyle olsun. Kaçımız bayramlarda içteniz? Dürüst olalım...

Her tarafımız acı, keder, yokluk, zulüm, adaletsizlik, eşitsizlik, acımasızlık kaplıyken ben bayram gibi hissedemiyorum. Kusura bakmayın. Bayram mı? Geçiniz... İnsanlığın bu gün içinde bulunduğu durumda bayram falan hak etmediğini düşünüyorum, dolayısı ile de kutlamıyorum.