Blogu takip edenlerin malumu 24. Eylül’de babamı kaybettim.
Baba Alman bir de Hristiyan olunca tüm alışageldiğimiz adetlerin dışında oluyor
cenaze töreni. Kültürel farklılıklar bağır bağır gösteriyor kendini. Yüzde yüz
Türk kültürü ile yetişmiş ben haliyle bir garip hissettim kendimi, kendi
babamın cenaze töreninde. Oraya ait değilmiş gibi… Ne bileyim var ama yok gibi.
Babamın vefat haberini öğrenir öğrenmez arayan soran
insanların çokluğuna şaşırdım önce. Hayatımın yıllar öncesinde kalmış insanlar
bile aradı. Sağ olsunlar. Hatta uzaktan birbirimizi sevdiğimiz ama pek
görüşmediğimiz bir arkadaşımı kapımın önünde görünce daha bir şaşırdım. Tepsi tepsi
baklavalar, börekler geldi o gün eve. Kim gelir ki bana taziyeye? Ertesi gün de
gitmeyi planladığım için, zaman içinde gelme ihtimali olan da yok. Ama
adettendir diye yollamışlar. Sevgili kuzenim işten izin alıp bütün gün ve
gecesini benim yanımda geçirdi mesela. Almanya’da kim yapar böyle bir şey?
Kimse. Sağ olsun, o şokumun içinde bana bebekler gibi baktı canım Zeynep’im.
Bu sevgi ve ilgi yoğunluğundan çıkıp Almanya’ya vasıl oldum.
İslam’da sıcaktan kokmasın diye hemen gömülme adetine karşın orada istenilen
zamanda yapılabiliyor cenaze töreni. Zaten birkaç cenaze aynı güne denk gelirse
hepsinin cenaze namazının bir arada kılınması gibi bir adette yok. Kilisedeki
dua için gün alınıyor. Her bir cenazeye ayrı bir dua. Mezarlığın yanındaki
ibadethanede yapılıyor cenaze töreni. Dolayısı ile Hristiyanlığın hangi fraksiyonuna
bağlıysanız bağlı olun, aynı yerde yapılıyor. Ayrılık gayrılık yok. Herkesin
kendi inancına göre papazı gelip duasını okutuyor. Hafta sonunda da cenaze
kalkmadığı için bizim cenazenin günü 30 Eylül Salı’ya kalmış.
Hastalığı sırasında gitmelerim hariç, her seferinde istisnasız
babamın karşıladığı havaalanında bu sefer üvey annemin karşılaması buruyor
içimi. Ağustos’ta kızımla gittiğimizde bile babam geçirmişti bizi
havaalanından. En son görüşüm o oldu zaten. Üvey annem beni alır almaz “ akşam papaz
gelecek eve “ dedi. Şaşırdım. Niye ki? Öyleymiş adet. En azından babamın bağlı
olduğu kilisenin adeti öyleymiş. Babamın bir kiliseye bağlı olmasına bile
şaşırıyorum. Küçükken babaannem ve dedemin beni kiliseye götürdüklerini
hatırlıyorum ama sonraki yıllarda babamın hiç kiliseyle ilişkisi olmamıştı ki! Son
birkaç yıldır gene kiliseye gitmeye başladığından bahsetti üvey annem.
Almanlarda, bizdeki gibi akın akın taziye ziyaretine
gelmiyor insanlar. Ya telefonla arayıp taziyelerini iletiyorlar ya da posta
kutusuna bıraktıkları taziye kartlarıyla üzüntülerini iletiyorlar. Karşı kapı
komşusu bile kart atıyor. Havaalanından eve geldiğimizde posta kutusunda birkaç
taziye kartı buluyoruz. Bazılarının içinden para çıkıyor. Bu ne ? diye sorunca
öğreniyorum ki bu da adetmiş. Cenaze masrafları çok yüklü olduğundan, geride
kalan eşe destek amaçlı para verilirmiş. Bizde cenaze evine giderken yemek
götürülmesi yerine böyle bir adet. Daha mantıklı aslında. İhtiyacı olan
kullanırmış, olmayan bir yere bağışlarmış. Üvey annem toplanan parayı ikiye
böldü. Yarısı Alman Kanser Araştırma Vakfına gitti, diğer yarısını ise bana
verdi ülkemize sığınan mültecilere yardım amaçlı göndermem için.
Akşam takım elbiseleri ve kravatları ile iki tane adam
geliyor eve. Ben herhalde babamın bir ahbapları diye düşünürken anlıyorum ki
bunlar papaz. Papazların cüppeleri olmaz mıydı? Babamın bağlı olduğu kilisede teoloji
eğitimi alması gerekmiyormuş papazların. İncil’i hatmedip, kilisenin
eğitiminden geçince görevlendirilebiliyormuş bu kişiler. Bunlar kendi işlerinin
yanında gönüllü yapıyorlarmış bu görevi. Hiçbir ücret almadan, maneviyat adına
yapıyorlarmış. Bu papazlarda işlerinden çıkıp gelmişler. Hem cenaze töreninde
yapacakları konuşma için ölen kişi hakkında bilgi almak, hem de aileye özel dua
okumak için. Duayı okuyor papazlardan genç olanı. Yumuşak, insanın içine
dinginlik veren bir ses tonu var. Duanın sözlerini dinliyorum. Bizdeki
dualardan farksız. Aynı şeyleri söylüyorlar. Bir kere daha tüm dinlerin
temelinin aynı olduğunu düşünüyorum. Dinleri ayrıştıran insanlar ve ritüelleri.
Yoksa felsefeleri aynı.
Papazlar gidince babamın bağlı olduğu kiliseyi soruyorum
üvey anneme. Ne garip değil mi insanın babasının hangi kiliseye bağlı olduğunu
bilmemesi? Gene o yabancılık hissi giriyor içime. Neuapostolische Kirsche
diyor. Hayda böyle bir kilise mi varmış?
Kendisi Katolik olan üvey annem de çok fazla bir şey bilmiyor bu konuda.
Temelleri İncil diyor. E herhalde. Başka? Aynı kiliseye bağlı olan bir
tanıdığımıza soruyorum. O da görevlilerdenmiş. Hep böyle miş’li yazmak
durumundayım. O kadar çok şey varmış ki babam ve çevresi hakkında bilmediğim… O
uzaklık hissi hep içimde. Neyse. Bu kilise İsa’nın geri geleceğine, o geri
dönünceye kadar havarilerini dünyaya yolladığına, dolayısı ile aramızda yaşayan
havariler olduğuna inanıyormuş. Daha detaylı bilgi alayım diye interneti
karıştırıyorum. 1863 yılında Katolik Kilisesinden ayrılıp Hamburg’da kurulmuş
bir kilise. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde üyeleri var. Geri kalan inanışlar
aynı. Allah’a inanırım, İsa’ya inanırım vb.
Cenaze gününe kadar sakin geçiyor günler. Gelen giden yok.
Sadece arayanlara cevap veriyor üvey annem. Her telefonda bir kere daha ağlıyor
kadıncağız. E kolay değil, otuz beş yıllık evliliklerinde neredeyse bir günleri
ayrı geçmemiş. Çok da muhabbetli bir çiftlerdi. Durup durup “ ben şimdi kime
anlatacağım? Kiminle sohbet edeceğim? Sen de gidince ben ne yapacağım?“ diye
ağlıyor. Hep düşünmüşümdür cenazelerde insanlar ölen için mi ağlarlar kendileri
için mi ağlarlar? Sanırım içlerinde oluşan boşluğa ağlıyor daha çok insanlar.
Babamın vefatına elbette ben de üzülüyorum ama yakalandığı kanserin son
evrelerini yaşamak durumunda kalmamasında teselli buluyorum. Boşluk konusuna
gelince; onu hiç deşmeyelim, o çok derin bir konu…
Cenaze sabahı siyahlarımızı giyiyoruz. Orada adet öyle.
Cenaze sahipleri kesin siyah giymeli, cenazeye gelenlerde mümkünse koyu renk.
Öyle açık renk, allı dallı bir şey giyilmesi ayıp ve saygısız olarak
algılanıyor. Hatta yas süresince en yakın aile fertlerinin siyah giymesi
bekleniyor ama üvey annem, sonraki günlerde siyah pantolon üzerine giydiği
desenli gömleklerle bu adeti deliyor. Bana gelince cenazede siyah giyilme
adetini biliyorum ama devamını bilmediğimden yanımda öyle siyah giysiler yok.
Hatta bir gün ayağımda beyaz pantolon, üzerimde yeşilli kırmızılı bir t-shirt
ve ayağımda kırmızı lastik ayakkabılarımla komşuyla karşılaşınca ters bir
bakışa maruz kalıyorum. Üvey annem “ kızı, Türkiye’den geldi “ şeklinde
açıklama yapmak zorunda hissediyor kendini. Ne anlamsız adetler. Sen benim
yüreğim kara mı değil mi ona bak. Boş ver üstü başı.
Kilise töreni babamla eşinin en sevdiği şarkı olan Spanish
Eyes’la başlıyor. Üvey annem orgla çalınan ilahilerden istememiş. İyi de
yapmış. Kargaşa yok, hara güre yok. Biz kapıda beklerken önümüzden geçip
kiliseye girerken herkes başsağlığı diliyor. Ayrıca kapıda gelenlerin
imzalaması için bir defter konmuş. Kimin geldiği belli. Beni tanıyan kadar
tanımayan var. Babamın ölümünde, senelerdir gizli kalmış bir sır gibi
tanıtılıyorum tanımayanlara. Bir kısım insan tuhaf tuhaf bakıyor bana.
Tamamıyla Alman güruhunun içinde bir Türk. O ait olamama, yabancılık hissi beni
hiç bırakmıyor. Eve gelen genç papaz töreni yönetiyor. Kısa, öz fakat dokunaklı
bir konuşma yapıyor. Sonra dua ediliyor hep beraber. Ben onların duasını
bilmediğimden ellerimi açıp Fatiha okudum. Bütün yaşantımız sıra dışıydı zaten.
Bir tane daha ekledik böylece. Tören gene babamla ikisinin sevdiği Andreas
Gabalier’in söylediği Amoi seg’ ma uns Wieder (Aşkım Tekrar Görüşeceğiz) parçası
ile bitiyor.
Gene oradaki adet üzerine törenden sonra hep beraber üvey
annemin organize ettiği öğle yemeğine gidiliyor. Bizdeki akşam dua ve
sonrasındaki yeme-içme faslı böyle yapılıyor buralarda. Yemek sonrası kahvenin
yanında babamın hayatının bir kesitinin vurgusu (belki de benim bir dokunuşum)
olsun diye götürdüğüm fıstıklı lokumlar ilgi yaratıyor. Birkaç kişi artık
babanın eşiyle sen mi ilgileneceksin? Burada mı kalacaksın? gibi sorular
soruyor. “Kalamam, evde beni bekleyen bir kızım var ama on gün buradayım. Ondan
sonra size emanet” diyorum. Kimi takdir ediyor, kimi az buluyor bu süreyi.
Vefattan sonra yapılacak işlerle birinin ilgilenmesinden memnunlar ama
kendilerine gelince kimsenin el uzatmaya niyetli olmadığını görüyorum.
Kötülüklerinden değil. Sadece düzen öyle onlarda. Bizde ki gibi yardım etmek
için kendini paralayan kimse yok. Herkes bireysel yaşıyor.
Çay kahve faslı bittikten sonra dağılıyor herkes. Evli evine
köylü köyüne. Bizde cenazenin en yakın iki kişisi olarak yalnız eve dönüyoruz. Birimiz
onun son otuz beş senesinin gün be gün yanında olan eşi, diğerimiz ise yedi
yaşından beri senede bir kere tatillerde gördüğü kızı.
“ Du warst sein Himmel “ dedi bana üvey annem.” Sen onun
gökyüzüydün. Seni o kadar güçlü bulur o kadar güvenirdi ki, sana karışmaya
gerek duymazdı. Senin her zaman ne yaptığını bildiğini bilir, her zaman doğruyu
yapacağına inanırdı. “
Ah! Babam… Bir bilsen…
Yasemn hanim, gecen yıl babasını kaybeden biri olarak sizi anlayabiliyorum. Ne guzel yazmışsınız, ne kadar güzel anlatmissiniz hislerinizi. Basiniz sağolsun. Allah size ve guzel kiziniza sağlıklı, mutlu ve huzurlu ömürler versin.
YanıtlaSil