“Karanlığa uyanmak böyle bir şey olmalı. Ülkemin her
köşesini saran karanlığın içinde aydınlığa uyanmak, her gün gittikçe yakınlaşan
özgürlük kıskacının içinde insana hayatın özünü hatırlatan, küçük ama değerli hazineleri
algılamak ne mümkün… İnsanın beynini ve kalbini örten bu simsiyah perdenin
güneşin coşkusunu, kuşların sabah neşesini örtmesi ne büyük bir talihsizlik…”
Böyle düşünüyordu son zamanlarda sabahları. Gezi olayları
ile ruhuna ekilmiş umut tohumları geçen zamanla çürümeye başlamış, özellikle 17
Aralık olaylarından sonra insanların içindeki vicdandan, iyilikten, adalet
anlayışından iyice şüphe duymaya başlamıştı. Artık her gün yeni bir karanlığa
uyanıyor, giyindiği bu karamsarlık elbisesi ile gün boyunca dolaşıyordu.
Beynini çocuğunu bu ülke topraklarında nasıl bir gelecek beklediği endişesi
kemiriyor, sık sık başkalarının konuştuğu yurt dışında yaşama fikrini evirip
deviriyordu. Ömrünü bu topraklarda geçirmiş biri olarak nasıl yapabilirdi, hiç
bilmiyordu. Hangi ülkenin toprağı burası gibi kokardı ki? Ülkesini çok severdi
ve asla yurt dışında yaşamak gibi bir fikri olmamıştı ama ülkeye hakim yeni
düzen içinde çocuğunun nefes alamayacağını biliyor, o asi yapısıyla başının
dertten bir an bile kurtulmayacağını düşünüyordu. Bu sıkışmışlık hissi içinde
gittikçe boğuluyordu.
Uzun zamandır televizyondaki haberleri seyretmekten
vazgeçmiş, bu aletle olan bağını koparmıştı. Her duyduğu haber, her seyrettiği
tartışma programı yüreğini daha da sıkıştırıyordu. Ülkenin kara günlerden
geçtiği bir zamanda her şey normalmişcesine arkadaşları ile gezip tozmak da
onda suçluluk duygusu yaratıyor, taşımakta zorlandığı bu ortamdan evine, içine
kapanarak kurtulmaya çalışıyordu. Günlük haberleri, köşe yazılarını internetten
okuyarak gündemle bağını koparmıyor ancak çok fazla derine inmekten
kaçınıyordu. Ağırdı yüreği, taşıyamıyordu artık…
Sabah kahvesini eline alıp aynı bıkkınlık ve bezginlikle
Facebook’u açtı. Arkadaşlarının gönderdiği abuk subuk videolara, resimlere
bakıp oyalanacaktı işte biraz. Kitap bile okuyamaz olmuştu son zamanlarda.
İçinde hissettiği karanlığın içinde her şey anlamını yitirmiş, kitaplarda
yazılan aşklar bile boş gelmeye başlamıştı. Güneşin parlamadığı bir dünyada
aşkın ateşini bile hissedemiyordu insan...
Bilgisayar ekranında gördüğü haberle dondu kaldı. Berkin
ölmüştü. Kendi çocuğu ile aynı yaşta olan çocuk ölmüştü. Aylardır komada bir
umut ışığı gibi yatan çocuk ölmüştü... İnanamadı… “ Allah kahretsin!” Elindeki
bardak karşı duvarda patlamıştı… Yerlere saçılmış kırıklar parçalanmış
yüreğinin kırıklarıydı sanki. Kırıkları toplamadı…
Bu ölüm haberi içinde sönmeye yüz tutmuş öfke korunu
alevlendirdi. Hemen televizyonu açmak istedi. Deli gibiydi. Bir yandan küfredip
duruyor, bir yandan kumandayı arıyordu. Hangi deliğe girmişti bu Allahın belası
kumanda?! Yetişme tarzından dolayı küfrü bir kadının ağzına yakıştırmamasına
rağmen Gezi olaylarından beri sürekli küfrediyordu. İçinde yıllardır biriken
öfkeyi kusarcasına dolu dolu… Nihayet bulduğunda epeydir açılmayan televizyon
açıldı. Her kanalda aynı haberi birçok kez dinledi. Beyni bir türlü kabul etmek
istemiyor, bir kanalda spiker “ Berkin öldü “ dedikten sonra başka bir kanala
geçiyordu. Sonunda kaçınılmaz gerçeği kabul ettiğinde koltukta çöktü kaldı.
Televizyonu kapadı.
Karamış ekrana boş boş bakarken yanaklarından akan
gözyaşlarının sıcaklığını hissetti. Tarifi mümkün olmayan bir keder kaplamıştı
yüreğini. Aylardır komada yatan bu kara gözlü çocuğa ne kadar umutla
bağlandığını fark etmemişti. Aslında komadan çıkmayacağını biliyor, her gün
ölüm haberi geleceği kaygısıyla yaşıyordu. Beklenen bir haberdi ama nedense
gerçekle yüz yüze gelince aylardır ket vurduğu duygularının buzu çözülmüştü.
Ağladı. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Ağladığı Berkin mi, çocuğu mu, hayalleri miydi?
“Ölen bir çocuk… On üç yaşında bir çocuk… Adı üstünde çocuk!
Ekmek almaya giderken başından gaz fişeği ile vurulmuş bir çocuk… Gerçekten
olaylarla ilgisiz ekmek almaya giderken ya da o küçücük yaşına rağmen olayların
içindeyken vurulmuş bir çocuk. Öyle ya da böyle olması ne fark eder? Hatta o
küçücük yaşına rağmen olayların içindeyse daha da vahim… Sokaklarda, gelecek
endişesi taşımadan, top oynaması gereken bir çocuk olaylarda yer alıyorsa bu kimin
suçu?! Neden güzel ülkemde asırladır yaşanan huzursuzluk bir türlü son
bulmuyor? Neden illa bir sağ-sol, Alevi – Sünni çatışması olmak zorunda? Neden
insanlık şemsiyesi altında birleşemiyor insanlar? Nedir bu öfke? Bu hırs, bu
kin…”
Aleviymiş Berkin. Ne fark ederdi? O da bir insan, o da bir
candı… Çocuğuyla beraber oyun oynaması
gerekirken, onun artık kara toprakta oynayacak olması, kendi çocuğunun hayatın
güneşinden, yağmurundan payını alırken, onun bu kadar erken toprağın soğuğu ile
tanışması bir insan, bir anne olarak onu nefessiz bırakacak kadar derinden
etkilemişti. Kesif bir suçluluk kokusu yayıldı ruhundan.
Evet suçluydu… Kendi çocuğuna sahip çıkarken, başka
çocuklara da sahip çıkmak için elinden geleni yapmamıştı. Gezi olayları
sırasında çocuğuna bir şey olur korkusuyla onu oraya götürmemiş, kendi de
çocuğunu yalnız bırakmamak için kendisi de yürümemişti onlarla. Gaz yememiş,
TOMA’lardan ıslanmamıştı. Ayaklarında derman kalmayıncaya kadar yürümemiş,
isyan, korku ve gurur karışık kaçmamıştı polislerden. Üşümemişti soğuklarda. An
be an evinin konforunda olayları takip etmiş, konu hakkında yazmış çizmiş ama
canları pahasına kendilerini ortaya atabilen insanların yanında olmamıştı.
Yetmemişti… O güne kadar bu uğurda canlarını veren altı
gence bir de çocuk eklenmişti. Daha kaç genç ölmeliydi vicdanların sızlaması
için? Daha kaç can nefesini vermeliydi insan olduğumuzu hatırlamak için? Daha
kaç çocukla vedalaşılmalıydı ruhlara sevgi tohumunun ekilmesi için?
Ertesi gün bir can daha göçecekti bu dünyadan… Burak… O da
sünniydi ama fark eder miydi? O da candı, o da gençti, onun da hayalleri vardı…
Tıkandı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder