13 Mayıs 2014 Salı

KARA TOPRAKTA MI OYNAYACAKTIN ÇOCUK?

“Karanlığa uyanmak böyle bir şey olmalı. Ülkemin her köşesini saran karanlığın içinde aydınlığa uyanmak, her gün gittikçe yakınlaşan özgürlük kıskacının içinde insana hayatın özünü hatırlatan, küçük ama değerli hazineleri algılamak ne mümkün… İnsanın beynini ve kalbini örten bu simsiyah perdenin güneşin coşkusunu, kuşların sabah neşesini örtmesi ne büyük bir talihsizlik…”

Böyle düşünüyordu son zamanlarda sabahları. Gezi olayları ile ruhuna ekilmiş umut tohumları geçen zamanla çürümeye başlamış, özellikle 17 Aralık olaylarından sonra insanların içindeki vicdandan, iyilikten, adalet anlayışından iyice şüphe duymaya başlamıştı. Artık her gün yeni bir karanlığa uyanıyor, giyindiği bu karamsarlık elbisesi ile gün boyunca dolaşıyordu. Beynini çocuğunu bu ülke topraklarında nasıl bir gelecek beklediği endişesi kemiriyor, sık sık başkalarının konuştuğu yurt dışında yaşama fikrini evirip deviriyordu. Ömrünü bu topraklarda geçirmiş biri olarak nasıl yapabilirdi, hiç bilmiyordu. Hangi ülkenin toprağı burası gibi kokardı ki? Ülkesini çok severdi ve asla yurt dışında yaşamak gibi bir fikri olmamıştı ama ülkeye hakim yeni düzen içinde çocuğunun nefes alamayacağını biliyor, o asi yapısıyla başının dertten bir an bile kurtulmayacağını düşünüyordu. Bu sıkışmışlık hissi içinde gittikçe boğuluyordu.

Uzun zamandır televizyondaki haberleri seyretmekten vazgeçmiş, bu aletle olan bağını koparmıştı. Her duyduğu haber, her seyrettiği tartışma programı yüreğini daha da sıkıştırıyordu. Ülkenin kara günlerden geçtiği bir zamanda her şey normalmişcesine arkadaşları ile gezip tozmak da onda suçluluk duygusu yaratıyor, taşımakta zorlandığı bu ortamdan evine, içine kapanarak kurtulmaya çalışıyordu. Günlük haberleri, köşe yazılarını internetten okuyarak gündemle bağını koparmıyor ancak çok fazla derine inmekten kaçınıyordu. Ağırdı yüreği, taşıyamıyordu artık…

Sabah kahvesini eline alıp aynı bıkkınlık ve bezginlikle Facebook’u açtı. Arkadaşlarının gönderdiği abuk subuk videolara, resimlere bakıp oyalanacaktı işte biraz. Kitap bile okuyamaz olmuştu son zamanlarda. İçinde hissettiği karanlığın içinde her şey anlamını yitirmiş, kitaplarda yazılan aşklar bile boş gelmeye başlamıştı. Güneşin parlamadığı bir dünyada aşkın ateşini bile hissedemiyordu insan...

Bilgisayar ekranında gördüğü haberle dondu kaldı. Berkin ölmüştü. Kendi çocuğu ile aynı yaşta olan çocuk ölmüştü. Aylardır komada bir umut ışığı gibi yatan çocuk ölmüştü... İnanamadı… “ Allah kahretsin!” Elindeki bardak karşı duvarda patlamıştı… Yerlere saçılmış kırıklar parçalanmış yüreğinin kırıklarıydı sanki. Kırıkları toplamadı…

Bu ölüm haberi içinde sönmeye yüz tutmuş öfke korunu alevlendirdi. Hemen televizyonu açmak istedi. Deli gibiydi. Bir yandan küfredip duruyor, bir yandan kumandayı arıyordu. Hangi deliğe girmişti bu Allahın belası kumanda?! Yetişme tarzından dolayı küfrü bir kadının ağzına yakıştırmamasına rağmen Gezi olaylarından beri sürekli küfrediyordu. İçinde yıllardır biriken öfkeyi kusarcasına dolu dolu… Nihayet bulduğunda epeydir açılmayan televizyon açıldı. Her kanalda aynı haberi birçok kez dinledi. Beyni bir türlü kabul etmek istemiyor, bir kanalda spiker “ Berkin öldü “ dedikten sonra başka bir kanala geçiyordu. Sonunda kaçınılmaz gerçeği kabul ettiğinde koltukta çöktü kaldı. Televizyonu kapadı.

Karamış ekrana boş boş bakarken yanaklarından akan gözyaşlarının sıcaklığını hissetti. Tarifi mümkün olmayan bir keder kaplamıştı yüreğini. Aylardır komada yatan bu kara gözlü çocuğa ne kadar umutla bağlandığını fark etmemişti. Aslında komadan çıkmayacağını biliyor, her gün ölüm haberi geleceği kaygısıyla yaşıyordu. Beklenen bir haberdi ama nedense gerçekle yüz yüze gelince aylardır ket vurduğu duygularının buzu çözülmüştü. Ağladı. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Ağladığı Berkin mi, çocuğu mu, hayalleri miydi?

“Ölen bir çocuk… On üç yaşında bir çocuk… Adı üstünde çocuk! Ekmek almaya giderken başından gaz fişeği ile vurulmuş bir çocuk… Gerçekten olaylarla ilgisiz ekmek almaya giderken ya da o küçücük yaşına rağmen olayların içindeyken vurulmuş bir çocuk. Öyle ya da böyle olması ne fark eder? Hatta o küçücük yaşına rağmen olayların içindeyse daha da vahim… Sokaklarda, gelecek endişesi taşımadan, top oynaması gereken bir çocuk olaylarda yer alıyorsa bu kimin suçu?! Neden güzel ülkemde asırladır yaşanan huzursuzluk bir türlü son bulmuyor? Neden illa bir sağ-sol, Alevi – Sünni çatışması olmak zorunda? Neden insanlık şemsiyesi altında birleşemiyor insanlar? Nedir bu öfke? Bu hırs, bu kin…”

Aleviymiş Berkin. Ne fark ederdi? O da bir insan, o da bir candı…  Çocuğuyla beraber oyun oynaması gerekirken, onun artık kara toprakta oynayacak olması, kendi çocuğunun hayatın güneşinden, yağmurundan payını alırken, onun bu kadar erken toprağın soğuğu ile tanışması bir insan, bir anne olarak onu nefessiz bırakacak kadar derinden etkilemişti. Kesif bir suçluluk kokusu yayıldı ruhundan.
Evet suçluydu… Kendi çocuğuna sahip çıkarken, başka çocuklara da sahip çıkmak için elinden geleni yapmamıştı. Gezi olayları sırasında çocuğuna bir şey olur korkusuyla onu oraya götürmemiş, kendi de çocuğunu yalnız bırakmamak için kendisi de yürümemişti onlarla. Gaz yememiş, TOMA’lardan ıslanmamıştı. Ayaklarında derman kalmayıncaya kadar yürümemiş, isyan, korku ve gurur karışık kaçmamıştı polislerden. Üşümemişti soğuklarda. An be an evinin konforunda olayları takip etmiş, konu hakkında yazmış çizmiş ama canları pahasına kendilerini ortaya atabilen insanların yanında olmamıştı.

Yetmemişti… O güne kadar bu uğurda canlarını veren altı gence bir de çocuk eklenmişti. Daha kaç genç ölmeliydi vicdanların sızlaması için? Daha kaç can nefesini vermeliydi insan olduğumuzu hatırlamak için? Daha kaç çocukla vedalaşılmalıydı ruhlara sevgi tohumunun ekilmesi için?

Ertesi gün bir can daha göçecekti bu dünyadan… Burak… O da sünniydi ama fark eder miydi? O da candı, o da gençti, onun da hayalleri vardı…

Tıkandı…

Hiç yorum yok: