KİTAP YORUMLARI

ÖYKÜ

6 DAKİKA

28 Şubat 2014 Cuma

BİZİM EVİN HALLERİ - 6

Ne zaman insanlığa inancımı yitirsem, ne zaman ortalık fitne fücur kaynasa ben veriyorum kendimi kedilere. Hayvanları daha saf, temiz, dürüst bulduğumdan. Ortalıkta gezen pislik kokusundan, insanı boğan kirlilikten, yalandan, riyadan, üçkağıttan, kalleşlikten kaçmak için sığındığım bir alan. İnsana dair inancımı hala korumama imkan tanıyan bir nefes. Kedilerin insana inancı korumakla ne ilgisi var diye düşünenler olabilir. İçimdeki sevgi tomurcuklarının her daim canlı kalmasını sağlıyor hayvanlar. Ara ara ümitsizliğe kapıldığımda içimdeki sevgiye sarılıyorum umudumu korumak için. Besliyorlar yani. Sevgi kaynağımın kurumasını engelliyor hayvanlar, özellikle de evdeki kedilerim.

Ailenin en dombilisi, en sevgi arsızı Cookie Hatun, geçen gün bana ziyarete gelen arkadaşımın onu aralıksız 5-6 saat sevmesinden sonra iyice şımarmış olmalı ki, artık her daim ya kucağımda, ya da dibimde yatıyor. İlla bana yapışık… Herhangi bir şey için yerimden kalkarsam benim oturduğum yere iyice yayılıyor o koca gövdesi ile. Yerime döndüğümde bakıyorum benim yer işgal altında. Bilgisayarın kablosu yüzünden o noktada oturmam gerektiğinden kaldırmaya çalışıyorum ama en az beş-on dakikalık okşama, öpme faslını yapmazsam öldür billah kalkmıyor yerinden. Akşamları ise üç kişilik ana koltukta kızımla sarmaş dolaş televizyon seyrederken bir bakıyorum, biz ana-kız bir kişilik yere sığışmışız zar zor, Cookie Hatun ise yayılmış iki kişilik yere, gene yapışık. Ne yalan söyleyeyim bazen çok sıcak basıyor. Kan ter içinde fırlıyorum yerimden, ferahlamak için. Kızım hemen somurtuyor, “ ne zaman sana sarılsam, sıcak basıyor sana” diye. “ Kızım sorun sen değilsin, Cookie “ dediğimde ise hemen savunmaya geçiyor benim kız. “ Ama o da bu evin bir ferdi, onun da istediği gibi yayılmaya hakkı var “ diye. Benden umudunu keserse bu sefer alıyor Cookie’yi kucağına. Bu arada belirteyim, kızımın kedi tüyüne alerjisi var. Bu aralarda fena azmış vaziyette ama kimin umurunda? Koyun koyuna aşk yaşıyorlar. Cookie’nin o koca gövdesinden kızımın yüzünü bile göremiyorum bazı bazı. O kadar sevimli duruyorlar ki, televizyonda dinlediğim o iç karartıcı haberlerden sonra içim aydınlanıyor.

Bu sabah, biraz da geç kalkmamız sebebiyle, aleltelaş kızımı servisine yetiştirmeye çalışırken peşimden “miyav miyav” dolaşan Cookie Hatun’la ilgilenemedim.  Neyse kızımı yetiştirdikten sonra kendime bir sabah kahvesi yaparken kedilerin suyunu, mamasını unutmuşum. Mutfakta ortalık toplarken bir sürtünme sesi duydum. Bir baktım Cookie Hatun su kabını burnuyla ite ite yanıma getirmiş. “ Taze su “ diyor yani. Susamış hayvan ne yapsın? Muhtemelen miyavlarken de su istiyordu ama ilgisiz anne duymayınca çareyi böyle bulmuş anlaşılan. Gülüyorum.

Son iki üç gündür Çakıl Oğlan’da da yenilikler var. Her zaman geceleri ayakucumda yatan Çakıl, son üç gündür yer değiştirdi, yanı başımda yatıyor. İlk gece, gece yarısı uyandığımda  dibimde tüylü bir şey! Neredeyse ağzıma girecek. Bir baktım Çakıl yerleşmiş başımın yanına, başını da omzuma koymuş, uyuyor. Kıyamadım, uyuduk öyle. Sonra ki geceler ise, Allah’tan omzumdan vazgeçti ama kafası yastığımın üzerinde, yastık paylaşıyoruz geceleri. Evet biraz tüylü oluyor ama gene de görüntü ve yaşattığı duygu muhteşem.

Limon Efendi ise her zaman ki ağır abiliğini koruyup sulanmıyor bizlere. Onun standartı, kızım ne zaman odasında olsa, onun yatağının üzerinde ona eşlik etmek. En favori yeri orası. Geceleri de orada yatıyor. Benimle yastık paylaşan Çakıl yüzünden kıskançlık yaşayan kızıma iyi geliyor tabii bu durum. Dolayısı ile bana da.

Hah! Deminden beri yanımda yatan Cookie Hatun, yer değiştirip kucağıma yatmaya karar verdi. İte kaka bir savaş veriyoruz şu anda. O kucağımdayken yazmam mümkün değil. Ben yazıyı bitireyim yoksa hatunun bana rahat vereceği yok.

Hayvanlar, kendi doğalarını koruyarak, en saf halleriyle kendilerini ortaya koyarak insanda inanılmaz bir sevgi seli yaratabiliyorlar. Belki biz insanlar, asırlar boyunca hakim olmuş güç, başarı gibi çarpıtılmış kavramlarla yoğrulduğumuz için, hayvanların bu saf haline gereksinim duyuyoruz. Belki yüreğinin özünde sevgi ağırlıklı yaşayanlar, bu yozlaşmış, güç sanrısı ile sevginin gittikçe azaldığı dünyada, kendi özlerini beslediğinden seviyorlar hayvanları. Kimbilir?!




9 Şubat 2014 Pazar

ÇOK GEZEN Mİ BİLİR ÇOK OKUYAN MI?

Hani “çok mu gezen bilir çok mu okuyan bilir? “ diye sorulan bir atasözümüz (?) var ya, nedense o takıldı bu sabah aklıma. Hatta ilkokullarda birçok münazaraya da konu olmuş bu söz, aslında gezenin daha çok bildiğini ima eder. En azından benim ilkokulda okuduğum yıllarda öyleydi. Artık bilgiye sonsuz ulaşım kaynağı neticesinde belki anlamı değişmiş olabilir ama…

Ben burada bilmeyi içselleştirmek olarak aldığımda gezenin daha çok bildiği konusunda hemfikirim. Birebir yaşanan tecrübelerle, gözle görülen yerleri, damağımızda erimiş lezzetleri hissedip dağarcığımıza yerleştirmek daha kolay. Hangi kitap bana Barcelona’daki balık pazarının girişindeki bir saraya girermiş hissi yaratan kapının güzelliğini, bu kapıdan geçince içerideki renk cümbüşünü, birbirine karışmış nefis kokularını, böyle sihirli bir mekanda olmanın yarattığı hazzı verebilir ki? Olsa olsa çok güzel tasvir edilmiş bir kitapta, oraları görme arzusu yaratabilir belki.

Babamın Alman olması nedeniyle çok küçük yaşlardan itibaren seyahat kavramı ile tanıştım. Sürekli Almanya Türkiye arası gidip gelinen yolculuklar, Yunanistan’da yaşam derken farklı kültürlerle çok erken yaşta tanıştım. Özellikle Yunanistan’da yabancı kimliği ile yaşamanın yan getirisi olarak orada yaşayan değişik ülkelere mensup çocuklarla oyun oynadım. Çocukluk ne güzel! Dil, din, ırk ayırımı yapmadan çocuk saflığımızla oyun oynar, keyifli kahkahalarla etrafımıza da neşe katardık. Annemle babam erken yaşta boşanınca tek başına uçak yolculukları da eklendi bu keyfe, hani boynunuzda asılı kocaman plastikten çantanızla hostese teslim edildiğiniz.  Çok severdim bu yolculukları. Hosteslerde, belki de tek başına seyahat etmek durumunda kalan bu çocuğa acıdıklarından( ne de olsa o dönemlerde fazla yoktu böyle tek başına seyahat eden 7-8 yaşında çocuklar)  fazlaca şımartırlardı yolculuk boyunca. Sonraları da ihracat işinde çalıştığımdan savaş altındaki Irak’tan, henüz Gorbaçov’un perestroikası ile tanışmamış Rusya’ya kadar uzandı bu seyahatlerim. Bütün bu yolculuklarımdan çok güzel anılar ekledim anı dağarcığıma.

Bu kadar seyahat eden biri olmama rağmen, nedense hiçbir zaman gittiğim ülkelerde turist gibi dolaşıp, elimde şehir haritası, o müze senin bu anıt benim gezmeyi sevemedim. Daha çok yerli halkın arasına karışıp, o ülkenin yerel kültürüne dair bir şeyler yaşama, görme hissim ağır bastı hep. Her ne kadar tarih içinde insan ögesi barındırsa da, o artık içinde insan yaşamayan kale, şato, saray vb yerlerden keyif alamadım. Seneler önce yapılmış dahi olsa, insana her daim söyleyecek şeyi olan sanat müzelerini tercih ettim.  Eğer varsa doğal güzelliklerini, bahçelerini gezdim. Turistlerin gitmediği, kıyı kenar yerlerdeki yerel lokantalarını bulmak istedim. Her zaman çok başarılı olduğum söylenemez ama…

Bütün bu seyahat maceralarıma rağmen, belki de yazmaya başladığım için, bir kitapta yazılmış çok güzel bir cümleyle karşılaştığım zaman ki hazzı hiçbir şeye değişmem. Seyahatlerin olan bilgiyi, görerek, dokunarak, hissederek öğrenme ve akılda tutmamıza yardımcı oldukları kesin. Kitaplarda ise bambaşka bir haz bekliyor beni. Bir cümle veya paragraftan yola çıkarak inanılmaz bir hayal dünyasına gidebiliyorum. Yazarın ne demek istediğini düşünürken, kendimin konuyla ilgili bilgimin ne kadar sığ veya çok olduğunu keşfediyorum. Az olduğunu keşfedersem, bilgimi genişletmek amacıyla konuyu araştırıyorum. Romandaki yerleri, karakterleri kendi hayal dünyama göre şekillendirebiliyorum. Zaten bundan değil midir çoğu kitaptan çevrilen filmlerin kitaba nazaran başarısız bulunması? Çoğu kişi kendi dünyasına göre şekillendirdiği hikayenin, sinema perdesinde karşılığını bulamadığında bir hayal kırıklığı yaşamıyor mu?

Birçok anlama gelebilecek bir cümle ile karşılaştığımda” ben olsam nasıl ifade ederdim? “ diye düşünüyorum. Çok güzel bir ifade ile karşılaştığımda, onu ben düşünemediğim için, içimi kıskançlık kaplıyor. Hırslanıyorum. Beynimin içinde cümlelerle dolaşıyorum. Biraz gerçek dünyadan, günlük hayat gailesinden insanı uzaklaştıran bir şey bu ama seyahatlerde öyle değil mi?

Günümüzde ulaşılabilen bilgi kaynağını düşünürsek, çok okuyanın da çok gezenin de bilgi sahibi olacağı bir gerçek. Tabii ki her iki kategori için de neyi ne kadar görmek, bilmek, öğrenmek istediğimizle orantılı bu durum. Dünya yer gezip sadece alışveriş caddelerini bilenler olabildiği gibi, birçok kitap okuyup bu kitaplardan hiçbir şey almadan kapağını kapayanlar da var. Gene insan ögesine dönüp bilginin ne çok gezmeyle ne de çok okumayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu iki öge de bilgiyi edinmek isteyenlere birer araç. Bilgi edinmek istemeyen, bundan haz almayan birini ne kadar çok gezdirirseniz gezdirin, ne kadar çok kitap okutursanız okutun, ele aldığınız noktadan olsa olsa bir adım öteye gidebileceğine inanıyorum. Her şey gibi bu da insanda bitiyor yani!

7 Şubat 2014 Cuma

SEVGİ GÜNÜ

Bu gün 13.02.2011…Kültürümüze yaklaşık 20 sene evvel, ufak ufak sızıp zamanla parçamız haline dönüşen Sevgililer Günü’nün bir gün öncesi. Şimdi burada doğruydu eğriydi, ticari gaza getirme falan ahkamları kesmek değil niyetim. Zaten her ne kadar karşı çıkılırsa çıkılsın, her ne kadar “ben bunlara inanmam, bu ticari oyuna alet olmayacağım” densin, herkesin yüreğinin derinliğinde o özel günde sevdiği birinden en azından bir telefon, bir mektup vb minvalinde hatırlanma beklediğine eminim. İstemem yan cebime koy misali… Sonuçta hepimiz insanız ve hepimiz sevilmek istiyoruz. Bunda yanlış bir şey yok.

Aziz Valentine’den adını almış “Valentine’s Day”i türkçeye “Sevgililer Günü” diye çevirince işler karışıyor. Aslında “Sevgi Günü” falan diye çevrilse daha doğru olacakmış. “Sevgililer Günü”  deyince illa karşı cinsler arası, arada aşki duygular vuku bulan çiftlerin günü gibi oluyor. Tabii bu durumda içi alev alev yansa da, yandığı kişiye açılamamış kişiler, o günün sabahından akşamına kadar mel mel telefon ekranına bakmak suretiyle, arkadaşlarına gelen çiçeklere, böceklere yutkunarak bekleyerek geçiriyorlar günü. Hani bir umut… Belki… Yüreğinde hiç kimsesi olmayanlar ise “ keşke benimde bir sevenim olsa “ düşüncesini arkadaşının güne duyduğu heyecanı, sevgilisine ne hediye alacağı açmazını  “ boş işler” edasının arkasına gizleyerek geçiriyorlar. Sonuçta öyle veya böyle birçoğumuzu olumlu/ olumsuz bir duygu seline sürükleyebildiği için harika bir pazarlama stratejisi olduğunu kabul etmeliyim. Zaten pazarlama duygularımızı nasıl harekete geçireceklerini ve bunu kendi çıkarlarına göre nasıl yönlendireceklerine dair yapılan bir çalışma değil midir?

Neyse benim gelmek istediğim bu değil. Demek istediğim ben  “Sevgililer Günü”nün adını değiştirip adını “Sevgi Günü” yapıyorum. Öyle ki günün anlam ve önemi belirli bir kesime hitap etmekten çıkıp tüme açık olabilsin. Sevginin günü olmaz tabii ama günlük telaş içinde en sevdiğimize bile gerekli özeni gösteremiyoruz. Bu annemiz babamız, çocuğumuz, eşimiz, arkadaşımız, aşkımız, hayvanımız, herhangi biri olabilir. Kim olduğu önemli değil… İçimizde sıcak, olumlu sevgi duygularını uyandıran herhangi birisi veya birileri… Bu yüzden düğün dernek, doğum günü vs gibi günleri çok seviyorum. O günlerde günlük telaşlarımızdan arınıp sevdiğimiz kişiye hak ettikleri ilgiyi göstermek için her türlü özeni gösteriyoruz. Hatırlatma gibi, hem ona hem kendimize… Tabii bütün bu sevgi akışının içinde en önemlisi kendimizi sevmek… Kendimizi sevmeden başkasını da hakkıyla sevemiyoruz zaten. Hani şöyle karşılıksız, beklentisiz, doğal gelişen türden olan… Kendi kendimizle hangi konuda barışık değilsek dışarıya yansıttığımız sevgilerde de o konulara dair bir yamukluk oluyor. Onun için en önemlisi kendimizi olduğumuz haliyle kabul edip karşılıksız, beklentisiz sevmek gerek. Ben yarın ki “Sevgi Günü”nde sevgili Zeynep Göğüş’ün tavsiyesine kulak verip kendime bir hoşluk yapmayı planlıyorum. Yarın kimseden herhangi özel bir şey beklemeden kendime iyi gelecek,  yüzümü gülümsetecek, sadece kendim için bir şey yapacağım. Bu ne olur bilmiyorum. Yarın sabah güne başladığımda ruhumun neye ihtiyacı varsa, ona cevap verecek bir şey olacak muhtemelen…

Durun İnecek Var'dan bir bölüm...

1 Şubat 2014 Cumartesi

BIÇAĞIN UCUNDA KALDI GEÇMİŞ

Kapıdan içeriye girdiğinde kendisini karşılayan kesif alkol kokusuna hiç şaşırmadı kadın. Bir haftalığına başka şehirde yaşayan kızını ziyarete giderken evde kalan kocasının, onun yokluğundan istifade ederek, alkolün sınırlarını zorlayacağını biliyordu. Zaten akşamcıydı kocası. Kendisi onu uyarıp durdurmasa, hiç durmadan içebilirdi. Alkolikliğin sınırında geziyordu. Evlendiklerinde sadece sosyal içici olan kocasının nasıl olup da otuz senelik evlilikleri içinde bu raddeye geldiğini kendi de bilmiyordu. Olmuştu işte. Ne yapsa etse onu durduramamış, seneler içinde kocasının hem sağlık, hem mesleki, hem insani olarak aşağıya inişini içi üzülerek seyretmişti.

Ev boştu. Muhtemelen kadının kavga çıkaracağından korktuğundan, o gün geleceğini bilmesine rağmen, evden çekip gitmişti adam. Portmantoya paltosunu asarken salonun bütün pencerelerinin açık olduğunu fark etti kadın. Salon darmadağınık, açık pencerelerden içeri giren kuşların pislikleri ile doluydu. En üst katta oturdukları için kuşlar girerdi hep açık pencerelerden. Kaç kere tel taktırmayı düşünmüş ama bir şekilde ertelenmişti bu düşünce hep. Koltukların üzerine serilmiş battaniyeleri görünce kendi kendine güldü kadın. Evin her tarafını batırmış olan kocası, incelik yapıp koltuklar kirlenmesin diye battaniye sermişti üzerlerine. İlahi adam… “ Bir an önce soyunup, evi temizlemeye girişmek lazım “ diye düşündü.

Bu düşünceyle yatak odasına gittiğinde yapılmamış bir yatakla karşılaştı. Gayriihtiyari hemen yatağı yapmak için yatağa yöneldi. Çarşafın ortasındaki, kenarındaki lekeler, onun yokluğunda, bu yatakta, ateşli geceler yaşandığının belirtisiydi. Lekelere baktı kaldı kadın. Ancak birkaç saniye sonra kan beynine sıçrayıp öfke ile kırgınlık arasında  “ bunu bana nasıl yapabildi? Benim yatağıma, bizim yatağımıza nasıl başka bir kadın sokabildi?” düşünceleri delip geçti yüreğini. Her şeyi olduğu gibi bırakıp, delirmiş şekilde evin her tarafını dolaşmaya başladı. Oturma odasında çöpe atılmamış, boş bira şişeleri buldu. Salonda bulunan içki dolabını açtığında ise içinde bulunan içki şişelerinin hepsinin boşaldığını gördü. Hatta kocası bulmasın diye evin orasına burasına sakladığı içkiler bile bulunup içilmişti. Ev talan edilmiş gibiydi. Mutfak kirli tabak ve bardaklarla doluydu. Daha önceleri de kocasını bırakıp kızına gitmişliği vardı ama hiçbir zaman evi bu halde bulmamıştı. Hele hele başka bir kadının varlığını hiç hissetmemişti. Ne yapıyorsa dışarıda yapıyordu. Alaycı bir şekilde “bu kadar içkiden sonra bir şey yapacak hali kalıyorsa tabii” diye geçti aklından.

Severek evlenmemişti kocasıyla. O zamanlar vardı bir sevdalısı. Ancak o delikanlıyı babasının gözü tutmamış, vermemişlerdi ona. Oğlanın ailesi de kızı vermeyince baba, biz de istemeyiz bu kızı demişlerdi. Kadın çok üzülmüş, aylarca surat asmış ama sevgilisi de kolay vazgeçmişti bu işten. Halbuki o, onun daha ısrarcı olmasını beklemiş, her iki aileyi de karşılarına alarak evlenebileceklerini düşünmüştü o zamanlar. Belki de fazla film seyrediyordu. Kadın her şeye rağmen sevgisinden vazgeçmemiş, zaman içinde ailelerin yumuşayacağını ummuştu. Ailelerde yumuşama olmayınca oğlan da” bu iş olmayacak” diye bırakmıştı kendisini. Bir süre sonra da oğlanın evlendiği haberi gelmişti çevreden. Sevdalısının evlilik haberini aldığı gün, içinden hayata dair beslediği güzel umutlar çalınmış, umutlarını sevgisi ile beraber gömmüştü yüreğine. O dönem çalıştığı iş yerinin müşterilerinden olan, boşanmış, çocuklu adamla evleneceğim diye tutturmuştu ailesine. Babanın gözü bu damat adayını da tutmamıştı ama geçen sefer kızını ne kadar mutsuz ettiğini düşünüp çok da fazla ısrar etmemişti itirazında. Niye onu seçtiğini hatırlamıyordu bile. Sevdalısının evlilik haberinden sonra karşısına çıkan, onunla evlenmek isteyen ilk erkek olmasından mı yoksa o tarihlerde bayağı yakışıklı olan kocasının büyüsüne kapıldığından mıydı bilemiyordu artık.

Başlarda normal giden evliliklerine kısa süre sonra bir de dünya tatlısı kızları eklenmişti. Kadın halinden memnun, annesinin desteği ile kızını büyütüyor, işine gidip geliyordu. İşinde başarılıydı. Terfi üstüne terfi alıyordu. İyi para kazanmaya başlamıştı. Evi, işi arasında gidip geliyor, kocası ve kızıyla mutlu yaşıyordu. Ta ki kocasının içki içmeleri başlayıncaya kadar… Koca, seneler geçtikçe içkinin dozunu arttırmış, artık her ortamda kadını küçük düşürücü hareketler yapmaya başlamıştı. Kadın, yetişme tarzından, bütün bunlara hep katlanmış, boşanmayı bir gün aklının ucuna getirmemişti. Kocasının işleri de kötü gitmeye başlamış, evin maddi yükünü de kadın üstlenmişti. Hayatta ki tek amacı kızını iyi yetiştirmek, okutmak ve hayırlısı ile evlendirmekti. Zaman içinde bütün bunları başarmış, kızı üniversiteden mezun olmuş ve okuldan bir arkadaşı ile aşk evliliği yapmıştı. Şimdi de hamileydi kızı, torunda yoldaydı. Tek üzüntüsü kızının dizinin dibinde olmayışıydı. Kızı evden gittikten sonra kocasıyla baş başa kalan kadına kocasının içkisi daha da batmaya başlamıştı ama yapacak bir şey yoktu. Böyle gelmiş, böyle gidecekti. Ona da hayattan düşen pay bu kadardı işte.

Aşk olmadan yaşamın boşluğunu anlamıştı anlamasına ama çok geçti her şey için. Evlenemediği sevdalısını hep yüreğinin içinde tutmuş, ara ara kendini onunla evlenseydi nasıl bir hayatı olur’u düşünürken bulurdu. İçindeki sevgiyi kızına yöneltmiş, onunla mutlu olmuştu. Kocasına da belki aşık olmamıştı ama senelerce beraber yaşamanın getirdiği bir sevgiyle sevmişti. Aile birliğinin gerekliliğine tutunmuş, sevgiyi, aşkı, heyecanı bu birlikte yaşamaya çalışmıştı. Tatminkar değildi ama yetiniyordu. Fazlasını isteme gibi bir lüksü yoktu.

Yığılıp kaldığı koltukta bunları düşünürken, gene bir öfke dalgasına kapıldı. Bir hışımla, evi darmadağın  etmesine rağmen, ironik bir şekilde kocasının koltuklara örttüğü battaniyeleri kaldırmaya girişti. Battaniyeleri kaldırınca dondu kaldı. Koltuklar delik deşikti. İçi ürperdi. Koltuklara saplanan her bir bıçak darbesini bedeninde hissetti. Kocası sanki bıçağı ona saplamak istercesine koltuk yüzlerini paramparça etmişti. Aklına, kızına gitmeden önce bir akşam beraber televizyon seyrederken kocasını ona bakarken yakaladığı an geldi. Katil gibiydi gözleri. Öyle düşünmüştü o an. O zamanda şu an ki gibi ürpermişti. Kocası onu öldürmek istiyor olabilir miydi? Bu kadar nefret edebilir miydi? Kendisi kadar kocasını da sevgisiz bir hayata hapsetmişti. Görevlerini eksiksiz hatta fazlasıyla yerine getirmişti ama sevgi vermemiş miydi? Kendince verdiğini düşünüyordu ama ne kadar içtendi? Orası tartışılır konu. Hoş kocasının da ona pek sevgi verdiği söylenemezdi. Özellikle son zamanlarda kendisini faizsiz kredi veren bir banka gibi gördüğü kesindi. Hatta bu oturdukları evi bile kadın almıştı.

Korktu. Hemen evi terkedip annesine gitti. O gece annesinde kaldı. Kocası onu arayıp sormadı, o da kocasını arayıp sormadı. Ertesi gün, bu sefer annesiyle eve geldi. Dün gece eve gelinmemişti, bu belliydi. Bir an içi rahatladıysa da, kocasının dün gece nerede kaldığını, niye eve gelmediğini de merak etti. Biraz sonra eve haftada bir gelen yardımcı hanımda geldi. Üç koldan evi temizlemeye giriştiler. Çarşaflar çöpe atıldı, kuş pislikleri temizlendi. Her yer çamaşır suyuyla ovalanıp silindi. Mutfak dolaplarından başlayarak her tabak, her bardak, her çatal baştan yıkandı. Kadının içine bir türlü sinmiyordu. Aynı yeri bir daha bir daha siliyor, ancak ne kadar silerse silsin evdeki pisliğin gitmediğine inanıyordu. Salondaki büfeyi de boşaltmaya koyuldu. Annesi “ kızım onlara gerek yok, bak onları ellememiş” demesine rağmen, içinde kopan fırtınayı dindirmek için eline geçen her şeye saldırıyordu. Büfedeki tabakların arasından ucu görünen kağıt gibi bir şey gördü. Peçete diye düşündü. Hiç koymazdı tabak arasına peçete ama herhalde kadın koymuştu. Peçeteyi çekerken içinden de kadına  söyleniyordu bir yandan. Eline gelen peçete değil, dörde katlanmış bir kağıttı. Kağıdı açıp baktığında gözlerine inanamadı. Kağıtta “ Başıma bir şey gelirse bundan sayın eşim …….. sorumludur. Bunu bilincim yerinde yazıyorum.” yazıyordu. Altına da imzasını atmıştı. Evlenirken onları birbirine bağlayan imza, bu kağıdın altında ölüm fermanı gibiydi.

Hemen çilingiri aradı. Kilidi değiştirtti. Kapıcıyı çağırıp yatağın şiltesini attırdı. Evdeki tüm bulunan çarşafları da yardımcı hanıma verdi. Kocasının dolabındaki tüm eşyalarını bavul, çanta ne varsa bulduğu her şeye tıkarak kapının önüne koydu. Annesine “yarın koltuklara yeni kumaş bakmaya gidiyoruz, ona göre “ dedi. Bütün işlerini bitirdikten sonra avukat arkadaşını aradı. “ Ben boşanmaya karar verdim. Bana dava dilekçesi yaz “ dedi. Bütün bunları yaparken çok sakindi. Yıllardır arayıp bulamadığı huzur, altmış yaşında gelip onu bulmuştu.

Annesini de alarak yeni anahtarları ile kapıyı kilitleyip, evden çıktı. Dışarıda güneş parlıyordu.