Dün akşam kitabım Durun İnecek Var’ı okudum yeniden. 2010
-2011 yıllarında yazdığım yazıların üstünden iki sene geçmiş. O tarihlerdeki
ruh halime bakıyorum da bu gün çok farklı bir noktadayım. Daha derin, daha net…
2010 yılında başladığım yolculuğa devam ediyorum. Yolculuk biten bir şey değil
zaten. Sadece bazen ulaştığımız bir noktanın bize söylediklerini iyice
içselleştirmek için o noktada kalıyoruz bir süre. Sonra gene yola devam…
Kitap ilk çıktığında birkaç arkadaşım Durun Binecek Var’ı
bekliyoruz demişlerdi. O zaman kelime oyunu hoşuma gitmişti ama bu gün böyle
bir kitap yazmayacağımdan eminim. İndiğim yere binmek beni olduğum noktada
saymaktan öteye taşımaz. Ben indiğim yerden memnunum ve asla oraya binmeye
niyetim yok. İşi bıraktığımdan beri kurduğum belki daha az gelirli ama daha
sade, daha yalın, daha net hayatım bana aradığım dinginliği veriyor. Elimdeki
kısıtlı para, harcarken seçimlerimi daha özenli yapmaya itiyor. Artık gerçekten
yapmak istediğim şeylere para harcıyorum. Daha az kılık kıyafet alıyor,
gerçekten birlikte olmak istediğim insanlarla yemeğe gidiyor, kitap ve sinema,
tiyatro gibi kültürel faaliyetlere daha çok para ayırmaya çalışıyorum. Bu seçim
yapma zorunluluğu beni üzüyor mu? Asla… Aldığım veya yaptığım şeyin değerini
bilip daha çok keyif almama neden oluyor bilakis. Daha az insanla görüşüyorum.
İnsanları daha az sevdiğin anlamına gelmiyor bu. Az görüştüklerim ya da
görüşmediklerim de dahil hepsini seviyorum. Ancak beni öteye taşıyan veya benim
öteye taşıyabildiğim insanlarla görüşmeyi tercih ediyorum. Evimde daha çok
yalnız vakit geçiriyorum ama kendimi kesinlikle yalnız hissetmiyorum. En iyi
arkadaşımla beraberim her daim; kendimle. Televizyonla bağım neredeyse sıfır.
Ona boş boş bakmak yerine okumayı veya yazmayı seviyorum .Keyifliyim yani…
Üç sene önce iki sene boyunca kendim hariç hiçbir şeyle
ilgilenmezken kitabın ardından geldiğim yerde çevremle, dünyayla, evrenle daha çok
ilgilenir oldum. Eskiden memleket meseleleri hakkında söz söylemeye kendimde
hak görmezken ilgilendikçe, okudukça, düşündükçe benim de söyleyecek sözlerim
olduğunun ayırdına vardım. Üzerinde yaşadığım, havasını soluduğum topraklar
hakkında herkes kadar benim de fikir beyan etme hakkına sahip olduğunun
bilinciyle ülkemizdeki gelişmelerle daha çok ilgilenmeye başladım. Her hangi
bir konuda bildiğimin üzerine bir taş daha koyacak bilgi edindiğimde aldığım
keyfin yerini başka hiçbir şey tutmaz oldu.
Bu sürenin içine bir aşk bile sığdırdım. Öyle bir aşk ki bu
güne kadar aşk konusunda bildiğim her şeyi bana sorgulatan, aşk konusundaki
önyargılarımı yıkan, beni başka bir boyuta taşıyan bir aşk oldu bu. Artık
sosyal medya ortamında önümden dizi dizi akan ayrılığın getirdiği acıyı anlatan
dizelere karnım tok. Ha, hiç mi canım acımadı? Acıdı tabii, acımaz mı? Çok
insani bir duygu ancak o acıyı yaşayabilme lüksüne sahip olmak bile ayrıcalık. Ben
bana aşkı yaşatan kişiden ziyade aşkın kendisini sevdiğimi farkettim. Dünyaya
aşkla bakmayı öğrendim. Bu, o ulvi duyguyu her hangi bir şeye bağlamadan
yaşayabilmeyi getiriyor insana.
Bana “yazar “ dendiğinde rahatsız oluyorum. Ben “yazar”
değilim. İki kelimeyi yanyana getirip
bir cümle kurabilen anlamında kullanılıyorsa yazar ifadesi, o zaman tamam.
Ancak sanatçı vurgusunu taşıyan “yazar” statüsünde olmadığımı biliyorum. Sanatçı
yaratıcıdır. Ben bir şey yaratmıyorum, ben var olanı yazıyorum. Ruhumun bana
söylediklerini harflere çeviriyorum o kadar. Ayrıca üzerime her hangi bir
kimlik giymek istemiyorum. Kendimi herhangi bir kimlik giysisinin içerisine
sıkıştırmak istemiyorum. Bu gün bir şeyler yazıyorum. Söyleyecek sözüm olduğu
sürece de yazarım sanırım. Yarın bambaşka bir şey yapabilirim. Bu özgürlüğün
tadını çıkarıyorum.
En güzeli daha az kızıyor, daha az üzülüyorum. Öfke
neredeyse unuttuğum bir duygu. “Daha az” yerine “hiç” kelimesini
kullanabildiğim zaman olmuş olacağım herhalde. Öyle bir noktaya ulaşabilir
miyim bilmiyorum ama azaltabildiğime göre belki yok etmek de mümkündür. Az da
olsa kızgınlıklarıma baktığım zaman hiç biri geçmişin tellerine basmıyor artık.
Bu günde yaşıyorum. Hayatımdan gelip geçmiş, beni kırmış, üzmüş ne kadar insan
varsa hepsini affettim. Bunun insana getirdiği hafifliği yaşamayan bilemez.
Kendisiyle mücadelesini bitirememiş, öfkenin al koruyla kendisini ve çevresini
yakan insanlara karşı tavrım net. Görüşmüyorum. Görüşmemem sevmediğim anlamına
gelmemekle beraber, o öfke tarlasının içinde kendimi iyi hissetmiyorum. Mücadele
içinde olduğunun farkında olup, kendine yol arayan insanlara ise gönlüm hep
açık.
Bir ara sevginin gücüne inancımı yitirecek gibi olduysam da
Allah’tan bu kısa sürdü. Hala sevginin en iyi iyileştirici güç, yaşamı güzel
kılan bir duygu olduğuna inanıyorum. Durun İnecek Var’ın 38. sayfasında “İnsan kendini sevebilir miydi” diye sormuşum.
Evet, insan kendini sevebilirmiş! Kendimi sevmeyi öğrendim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder