KİTAP YORUMLARI

ÖYKÜ

6 DAKİKA

30 Haziran 2013 Pazar

İNSANLIK ŞEMSİYESİ


Çocukluk yıllarımın bir bölümünde yaşadığım Yunanistan’dan çok güzel anılarla ayrılmış olmalıyım ki, daha lise yıllarında bile, henüz politikanın P’sini bile bilmezken, “bu Türk-Yunan düşmanlığını politikacılar yaratıyor, halkların arasında bir anlaşmazlık yok” derdim. Lise yıllarını terörün tavan yaptığı 1978-1981 arasında geçirdiğimi bilenler, nasıl olupta o dönemde siyasetten bu kadar uzak kalabildiğimi merak ediyorlarsa, Gülse Birsel’in 30.Haziran(bugün) tarihli yazısını okumalarını tavsiye ederim. Bizde de durum aynı şekilde idi zira. “Aman kızım, her şeyden uzak dur” durumu özetle…

Henüz siyasetin alengirli yollarıyla fazla tanışmamış olduğumdan, en saf halimle Türk-Yunan düşmanlığını katiyetle kabul etmez, bu benzer iki kültürün nasıl düşman olacağını aklım almazdı. Zaten Yunanistan’da geçen çocukluğumda, oradaki Yunan çocuklarla sokaklarda keyifle oynadıktan ve evimize bir sürü tatlı Yunanlı dostlarımız girip çıktıktan sonra bu düşmanlığı aklımın alması imkansızdı. Aradan geçen onca yıla rağmen, geçtiğimiz Mayıs ayında sevgili dostum gazeteci-yazar-fotoğraf sanatçısı Uğur Oral’ın Atina’da açtığı, İzmir ve Ege Bölgesi fotoğrafları ve kendi denemelerinden oluşan “ Aynı Gökyüzü Altında “ adlı sergisine, serginin süresinin bir hafta daha uzaltılmasını gerektirecek kadar yoğun bir ilgi gösterilmesi, bu dostluğun, tüm politik düşmanlığa rağmen, sürdüğünün göstergesi…

Şimdi diyeceksiniz ki, konumuz Gezi ve Kürt kardeşliği… Nereden çıktı Yunan dostluğu? Hatırlarsınız Hrant Dink öldürüldüğünde bir çok Türk vatandaşı “ Hepimiz Hrant’ız “ diye yürümüş ve Hrant Dink’in Ermeni olmasından dolayı bu slogan çok polemik yaratmıştı. Bu günde Gezi ruhuyla yıllardır PKK tarafından şehit edilmiş askerlerimiz, vatandaşlarımız yüzünden diş bilediğimiz Kürt halkını kucaklıyoruz. Aslında daha birçok örnek var; Mübadele yılları, Varlık Vergisi, Van depremi olayları gibi…

Kürt kardeşliğine dönersek, gene seneler evvel Cenevre’de katıldığım Fransızca kursunda sınıfımda bulunan, iltica etmiş bir Kürt karı-koca vardı. Birkaç gün içinde tanışmış, akabinde de beni evlerine yemeğe çağırmışlardı. O zamanki zavallı aklımla bu davete gitmekten inanılmaz korkmuş ama davete icabet etmemeyi de kendime yedirememiştim. Gittim… Küçücük evlerinde, ellerinde ki kısıtlı imkanlarla bana mükellef dolmasıyla, pilavıyla tam bir Türk sofrası hazırlamışlardı. Sonra hanımla dost olduk. Bana Türkiye’yi, kendi topraklarını ne kadar özlediğini anlatırdı. Kadınsal konulardan da konuşurduk. Eşiyle olan sorunlarını anlatırdı. O da insandı işte… Sizin, benim gibi… Aynı dertlerden muzdarip, kendi toprağından uzak kalmış, yalnızlık içinde “Türk” olmama rağmen, insanlığıma güvenerek bana sığınmıştı. En azından orada aldığım süre içinde… O dönemde eski bir Türk bakanının evinde kaldığım düşünülürse risk miydi? Evet riskti… Hem onun için, hem benim için… Ancak tüm politik, etnik, farklılıklarımızı ( hoş benim yoktu ya, hala da yok…her zaman insanlık çizgim oldu, o gün de bu gün de) bir kenara bırakarak, insanlık şemsiyesinin altında birleşmiştik.

Burada azınlık edebiyatı yapmayacağım. Azınlıkların içinde oldukları durumu, kendilerini nasıl hissettiklerini, özellikle son yıllarda kendi toprağımızda azınlık konumuna düşürüldüğümüz için hepimiz biliyoruz. Sadece Kürt vatandaşlarımızın ağırlıklı olduğu bölgelerde karakol üstüne karakol yapmak yerine altyapıya, eğitime daha ağırlık verilseydi, terörle mücadele için harcanan tonlarca para bu yönde harcansaydı, kendi varlıklarını hissettirmek için PKK terör örgütüne bu kadar paye verirler miydi diye de düşünmeden edemiyorum.

Her ne kadar Yunan dostluğu, ayrı topraklarda olmakla kendini ayrıştırsa da bütün bu verdiğim örnekler beni, insanların aralarındaki tüm kültürel farklılıklara rağmen birbirini kabul edip sevebileceği, saygı duyabileceği ve dahi böyle bir özlem içinde olduğu gerçeğine götürüyor. Devletlerin üst kademelerinde yapılan hesapların içine çekilmediği sürece insanlar birbirleri ile gayet insanca ve dostça geçinebilecekleri gibi, bu hesapların içine dahil olmak istemediklerini de ellerine geçen her fırsatta ifade ediyorlar. Herkes İNSANLIK şemsiyesinin altında birleşmek istiyor. Gezi direnişi de bu çağrının haykırışa döndüğü noktadır. Bu şemsiyeyi Türk bayrağı altında açmak, buna imkan tanımak Türkiye halkına en yakışanı olacaktır…

28 Haziran 2013 Cuma

NEDİR BU KOLTUK SEVDASI?


Yıllardır ne çektiysek şu siyasilerin koltuk sevdasından çektik! Gelmiş geçmiş zaman içinde  tüm siyasi liderler ya ölünceye kadar ya da partileri kapanıncaya kadar şu kıymetli koltuklarına yapışıp kaldılar. Bir tek Deniz Baykal uymadı bu tabloya. 2010 yılında istifa etti ama öyle hayırlı bir iş işleyeyim diye değil. Özel hayatı ile ilgili bir video sızdırılınca basına , büyümesin işler diye... İyi de oldu valla… 8 sene boyunca ne yaptığı belli olmayan statik bir muhalefet sergiledi. Ha yerine Kemal Kılıçdaroğlu geçti de ne oldu? Değişen bir şey yok… Gene aynı terane.. Muhalefet mi değil mi belli değil! Atatürk’ün partisi olduklarına şükretsinler. Hala eski alışkanlıklarla oy toplayarak Türkiye’nin ikinci güçlü ve ana muhalefet partisi konumunda CHP. Bir de tabii alternatifsizlikten…

Nedir bu koltuğun büyüsü? Koltuklara oturmadan önce 404’mü sürülüyor da bunlar bir türlü kalkamıyorlar o koltuktan? Yoksa siyasi erk mi bunları o koltuğa bağlayan? İnsan psikolojisini az buçuk biliyorsam “güç” insanı dinden imandan çıkarabilen bir duygu. Bunlarınki de öyle… O koltukta oturdukları sürece kendilerini güçlü, dünyanın olmasa bile belli bir kesimin hakimi gibi görüyorlar kendilerini zaar. Köy ağaları, aşiret reisleri gibi... Hatta hatta tanrı gibi… Herkeste bir hükmetme arzusu… Vay be!

Bu gün okudum. CHP Sayın Emine Ülker Tarhan’ı tekrar grup başkanvekilliğine getirmemiş. Neden? Bu cesur kadın değil mi TOMa’ların önünde oturup onlara meydan okuyan? Kaç tane CHP milletvekili bir zahmet Gezi olaylarının bir fiil içinde yer aldı. Sayın Kılıçdaroğlu “ gençleri anlıyoruz, onları takdir ediyoruz” diye beyanlar verdi ama tuttu mu ellerinden? Onların mücadelesinde yanlarında olduğunu gösteren bir iki kıçıkırık beyandan başka herhangi bir şey yaptı mı? Sayın Tarhan yaptı ama… Ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin adına yakışır şekilde halkın yanında oldu. Fark edildi, beğenildi, güvenirliliği arttı. CHP’nin yeni başkanı olması arzu edildiği dillere geldi. Bu mudur sizi korkutan Sayın Kılıçdaroğlu? Onun için mi önünü kestiniz sayın milletvekilinizin? Ha bir de mecliste çok cesur,güzel konuşmalar yapan Sayın Sedef Küçük var. O da milletvekiliniz.. Bildiniz mi? Anlaşılan cesaret adına ne varsa kadınlarda var... Kadınlar Partisi mi kursak?

Halbuki tarihe geçecek günler yaşadığımız şu dönemde parti başkanlığından istifa edip hem partinizi hem de Türkiye’yi daha demokratik bir geleceğe taşımaya daha uygun bir lidere bırakmak, sizin de gelecekte daha şerefli ve saygın hatırlanmanızı sağlardı. Bu gidişle iktidar olmanız pek mümkün görünmüyor. Dolayısı ile Türkiye’nin Başbakanları arasında yer alacak gibi görünmüyorsunuz. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu alternatifsizliğe de fazla güvenmeyin derim. Gördünüz hızır gibi gençler geliyor. Kuruverirler bir parti, ne olduğunuzu şaşırırsınız. Yıllar sonra başarısız bir parti lideri olarak anılmaktansa, ülkesinin geleceği adına “güç”ten vazgeçebilmiş bir parti lideri olarak saygıyla anılmak bence gayet iyi bir alternatif sizin için…

Sayın Başbakan, Başbakanımız diyemiyorum zira kendisi bizi “onlar, bunlar “diye ayrı bir kefeye koyuyor, Recep Tayyip Erdoğan içinse bir şey diyemiyorum. Allah’a havale ettim…

Özellikle İngiltere’de uygulanan ama diğer Avrupa ülkelerinde de görülen bir şeydir; başbakanlığı kaybedince parti liderliğinden de ya da parti liderliğini kaybedince başbakan ise başbakanlıktan da istifa etmek… Nedense, batıya çok düşkün olmamıza rağmen  memleketimize bu adet uğramamış… Oysa hepimizin gideceği yer kara toprak… Bu dünyada yaptıklarınla arkanda iyilikle, güzellikle, saygıyla anılacak güzel şeyler bırakmadıkça, gücün olmuş, hükmetmişsin ne fayda? Hepsi boş, hepsi tırıvırı…



25 Haziran 2013 Salı

MARATONA HAZIR MIYIZ?


Bir aydır olağanüstü bir hal var memleketimde… Her ne kadar başlangıç tarihi 27 Mayıs’ta olsa benim için miladı 31 Mayıs’tır bu halin. Artık benim değil, sadece kendine oy verenlerin Başbakanı olduğunu alenen ilan eden Sayın Başbakan’ın deyimi ile üç-beş çapulcunun üç-beş ağacın sökülmesini engellemek adına başlattıkları eylem devletin 31 Mayıs sabahı orantısız güç kullanmasıyla direnişe döndü. Başlarda son derece insani kaygılarla apolitik başlayan hareket , zaman içinde uzun zamandır görüşlerini dile getiremeyen gruplar tarafından da sahiplenildi.

Başta ayaklandık, yürüyüşler, mitingler yaptık. Günlerce parkta oturduk. Mizah yoluyla öfkemizi kustuk, düşüncelerimizi anlatmaya karşılaştık. Durduk, oturduk, karanfiller verdik.  Ancak her şiddetsiz eyleme şiddetle karşılık bulduk.  Her uygulanan orantısız şiddet, sindirmek yerine öfkeleri daha da besledi. Ülkenin yöneticileri tarafından biri diğerini tutmayan, sadece kendi tabanlarına hitap eden, insana sanki başka ülkelerde yaşanıyormuş hissi uyandıran açıklamalar, bu direnişe katılan insanlarda iyice bir dışlanmışlık duygusu yarattı. Apolitik başlayan hareket politize oldu . Demokratik haklarımızın hiçbir surette tarafımıza teslim edilmeyeceğini anladıkça mevcut iktidarla bu yolu yürümenin imkansızlığına iyice inandık. Herkesin gündemi değişti. Sosyal medya sitelerinde konuşulan tek konu bu olmaya başladı. Bunların hepsi olmalıydı ve oldu da…

Fakat esas direniş şimdi başlıyor arkadaşlar… Yolumuz uzun… Bu bir maraton. .. Nefesimizi dikkatli kullanmamız lazım. Artık direnişin ikinci aşamasındayız. Eylem kısmı her ne kadar devam etse de ileriye dönük adımlar atmanın zamanı… Gezi Parkı’ndan çıkarılan insanlar çeşitli parklarda forumlar düzenliyorlar. Her gece herkes düşüncelerini paylaşıyor birbiri ile. Bunlar çok güzel olmasına rağmen yakın vadede çözüm getirmeyecek gibi duruyor. Bu forumlar yapılmasın demiyorum ama bu rüzgarın etkisi azaldıkça forumlara katılım azalacağı gibi, bu ortamlarda da farklı düşüncelerin oluşacağı ve bazılarında ortak noktada buluşulamayacağı benim için neredeyse kesin… Zaten önümüz yaz ve Ramazan…

Tabii ki günlerdir yemeden, içmeden gündüz işe akşam direnişe giden insanların yorulacağı aşikar. Herkesin arada bir de olsa bir nefes almak en doğal ihtiyacı… Herkeste oluşan gündem dışı her hangi bir aktivite yapmanın veya sosyal medya ortamlarında paylaşımın yarattığı suçluluk duygusu çok sağlıklı değil. Bilakis maratona dayanabilmek için ihtiyacımız olan bir şey bu nefesler..

Zaman uzadıkça herhangi bir net noktaya varamamak insanda yılgınlık, bıkkınlık duygusu oluşturacaktır.  Bu nedenle herkes tarafından fikir birliğine varılmış birkaç konuya odaklanmak ve bunların üstüne çalışmak gerektiğine inanıyorum. Bu noktada benim önerim ; yedi ay sonra yapılacak seçimlerde etkin rol oynamak. Şöyle ki bu süreyi barajı düşürmek için kullanmalıyız diye düşünüyorum. Bu konuda hükümete baskı oluşturacak etkinlikler düşünülmeli bence. Kanaatimce şu anda en önemli konu bu…

Şu kısa vadede yeni bir parti kurulup, bunun seçimde yüksek bir oy almasını imkansız gördüğümden , mevcut partilerden birine destek olarak olarak seçimde iktidar partisinin karşısına blok olarak çıkmak iyi bir alternatif. Şahsen  sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun ülkenin geleceği uğruna başkanlıktan istifa edip, yerine daha çok oy toplaması muhtemel daha genç, dinamik birinin geçmesinin iyi olacağını düşünüyorum.

Bu süreç içinde sosyal medya ortamında gördüğüm ötekileştirici, aşağılayıcı, hakaret içeren paylaşımlardan , tüm kışkırtmalara rağmen uzak kalıp, hedefimize odaklanmamız gerektiğine inanıyorum. Biz cevap verdikçe bu bir kısırdöngüne girer ve zaman boşa harcanır. Oysa susmak en iyi cevaptır. Şu anda iktidar tarafından sergilenen küstah tavra karşı asaletimizi, duruşumuzu en iyi sergileyecek tavırdır susmak. Aynı seviyeye düşülmediğini gördükçe onlar da vazgeçeceklerdir. Sosyal medyada yapacağımız paylaşımlar ülkenin ekonomik gerçekleri, olaylar hakkında bilgi ve seçimlere katılmanın önemi, seçim sistemi vs gibi bilgiler olmalı diye düşünüyorum…

Dediğim gibi bu bir maraton… Nefesimizi dikkatli kullanmamız gerekli… Bunun bilincine varıp nefes çalışmalarına başlayarak hedefe odaklanmanın zamanı geldi de geçiyor bile…  Gençler sayesinde elimize geçen bu fırsatı iyi değerlendiremezsek , her ne kadar bu ülkede bir daha hiçbir şey eskisi olmayacaksa da , yolumuz uzar,nefesimiz tıkanır… Dikkat!!!

21 Haziran 2013 Cuma

BİR SİLKİNDİK PİR SİLKİNDİK


31 Mayıs Cuma sabahı, her zamanki gibi kızımı okula yollayıp bilgisayarımın başına geçtiğimde benim için sıradan bir gündü.  O günün sıradanlığını bozan tek şey, ertesi günü İzmir’de yapılacak imza günü için öğle saatlerinde İzmir’e gidecek olmamdı. Bir yandan sosyal medya üzerindeki ıvır zıvıra bakarken günlük haberleri dinlemek amacıyla televizyonu da açmıştım. Bilgisayarımın açılmasını beklerken fondaki ses sıradan normal haberler aktarmakla meşguldu. Facebook hesabıma ulaştığımda ise bambaşka bir manzara ile karşılaştım. Herkes sabaha karşı Gezi Parkı’nda ağaçların sökülmesine karşı birkaç gündür oturma eylemi yapan gençlere karşı gazlı müdahale yapan polislerden bahsediyor, daha sabahın erken saati olması sebebiyle ortada çok net bir bilgi dolaşmıyordu. Şaşkınlıkla televizyon kanalları arasında dolaştım ama orada herhangi bir açıklama yoktu.

İtiraf etmeliyim ki birkaç gündür süren oturma eylemini okumuş, gençlerin bu çabasını takdir etmiş ama üzerinde de durmamıştım. Her zaman ki gibi bu birkaç iyi niyetli gencin çabalarının sonuçsuz kalacağına, her zaman ki gibi devletin gene kendi bildiğini okuyacağını düşünmüştüm üzerimde senelerdir birikmiş yılgınlıkla. Sosyal medya üzerinde o sabah okuduğum haberlere de yılların verdiği alışkanlıkla, çok aşırı bir tepki göstermeyip sadece “ gene devlet anlamsız tepkisini gösterdi, bıraksalardı çocukları, heveslerini alsalardı. Nasıl olsa birkaç gün sonra bırakacaklardı eylemi” gibi sığ bir düşünceyi aklımdan geçirdim. Sonra da döndüm kendi dünyama, İzmir yolculuğu için hazırlıklarıma devama…

O saatten sonra havaalanı, İzmir’e uçuş derken olaylardan bihaber devam ettim günüme. Hatta İzmir’e vardığımda o seyahatim süresince evinde kalacağım arkadaşımla Havaş’ın hemen orada bulunan Mado’da buluşup (maalesef) geçmiş senelerin boşluğunu doldurduk sohbetle. Eve geldiğimizde de eşi de katılınca geceye kadar sürdü bu dünyadan bihaber sohbetimiz. Sabah erken kalkmış ve yolculuk yapmış olmanın verdiği yorgunlukla saat 22:00 civarı yatmaya giderken, alışkanlıkla cep telefonumdan neler olmuş Facebook’ta diye bakınca gördüm ki yer yerinden yıkılıyor. Hemen arkadaşlarıma da olan biteni anlatıp geçtik televizyonun başına. Gördüklerimiz, duyduklarımız karşısında dilimiz tutuldu. Bir süre üçümüzde hiç konuşamadan bakakaldık Halk TV ekranına… Diğer kanallarda ne haber var diye oradan oraya geziniyoruz ama diğer kanallarda diziler, şarkılar türküler devam ediyor olağan haliyle...

Yaklaşık bir saat sonra şaşkınlığımız geçtikten sonra başlayabildik konuşmaya, yorum yapmaya… Beynimin içinden sürekli “ Neden? Neden bu masum çocuklara böyle zalimce saldırır devlet? “ sorusu geçiyor, son derece masumane bir dürtüyle inançları doğrultusunda yola çıkmış bu gençlerin, karşılaştıkları bu vahşi davranış karşısında alacakları yaraların gelecekleri için onlara ne kadar zarar vereceğini düşünüyorum o an. Siyasetle fazla ilgili olmayan ben, sade bir vatandaş olarak insani bir tepkiyle seyrediyorum olayları. İçimde hayal kırıklığının beslediği bir öfkenin büyüdüğünü hissediyorum. Bu konularda daha bilgili olan Levent’in anlattıklarını can kulağı ile dinliyorum. Anlamaya çalışıyorum. Her şeyi, devleti, gençleri, dünleri, yarınları…

Sonra yaşananlar herkesçe malum… Bu süreç içinde hepimiz çeşitli duygu fırtınalarından geçtik. Tüm Türkiye’nin, evde zorla tutulan %50’de dahil olmak üzere, herkese öfke duygusu hakim oldu.  Sağolsunlar ki bu aklıevvel gençler bize sağduyulu olmayı, sakin kalmamız gerektiğini, şiddete karşı şiddetle cevap vermenin bir çözüm olmadığını gösterdiler. Biz, 50 yaş üstü insanlar, geçmiş zamanlarda çeşitli zorlu dönemlerden geçmiş ve hep bir korkuyla ebeveynlerimiz tarafından bastırıldığımız için, bu yeni rüzgara hemen adapte olduk. Zamanında bize tanınmayan özgürlükleri çocuklarımız için istediğimizden, son zamanlarda üzerimize serpilmiş ölü toprağından bir anda silkinerek onların yanında yer aldık. Son dönemde, özellikle de 2010 referandumunda “yetmez ama evetçiler” sayesinde yargının bağımsızlığı gittiğinden beri, elimde 12 yaşında bir kız çocuğu sahibi olarak, üzerime çökmüş yılgınlıktan sıyrılmam gerektiğini, sadece kendi çocuğum için değil, bu ülkenin tüm gençleri için, kendim için, bizim için, bu ülke topraklarında doğmuş, bu bayrağın altında toplanan her Türk vatandaşı için, bir kişiden ne olur ki düşüncesine kapılmadan, bu mücadelenin yanında yer almak gerekliliğini gördüm. Ben çuvaldızı en önce kendime batırarak, ülkenin geleceği konusunda yeterli bilgi ve donanıma sahip olmadığımı bildiğimden, günlerdir sürekli okuyorum, bu konuda bilgisine ve vizyonuna inandığım kişilerle konuşuyorum. Anlattıklarını can kulağı ile dinliyorum. Kendi süzgecimden geçiriyorum. Karşı tarafı daha iyi anlamak adına mümkün mertebe onları da okumaya çalışıyorum. Kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Mevcut kapasitemle, yeteneklerim ve bilgimle yapabileceklerimi bu ülkenin geleceğinin hizmetine sunmaya kararlıyım. Korkunun, baskının altında sindirilmiş ruhlarımızı aydınlığa çıkarmanın zamanının çoktan geldiğini görüyorum. Bunu bizlere hatırlatan gençlere minnetimi sunuyorum.

Ben, Yasemin Pforr, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, yolumun her zaman adalet ve sevgiden yana olduğunu buradan herkese bildiriyorum. Bu yolda yürüyecek, bu yoldan asla ve asla sapmayacak insanlarla fikir ve elbirliği içinde olduğumu beyan ederim.

9 Haziran 2013 Pazar

BİR UMUT YEŞERDİ İÇİMDE


Herkes yazıyor, çiziyor. Gazeteci, yazar olan olmayan…  Herkeste bir iç dökme hali… Ne kadar doluymuşuz, ne kadar susmuşuz! Her dönem ülkemizde olan olağanüstü durumların sonucunda “korku” ile bir bastırılmışlık hali mevcutmuş hepimizde. Herkes kendine yakın söylemlere sempati duymuş ama bunların da bazı söylemlerini sorgulasa bile “çevre baskısı” ile konuşmamış, susmuş. Çekirdek ailelerde bile olan “ Sen sus, büyüklere cevap verilmez. Küçükler konuşmaz “ öğretisi tüm hayatımızda geçerli olmuş. Susmuşuz cümleten, büyüklerimiz bilir diyerek…

Yazılanları okudukça çoğunluğun “ üzerimizden ölü toprağı kalktı “ , “ bu çocuklar bizi de uyandırdı” , “ çocuklarımızdan özür dileriz “söylemlerinde birleştiğini görüyorum. Düne kadar facebook, twitter gibi sosyal medya ortamlarını kullananları, bunların başından kalkmayan çocuklarını eleştirenlerin bu gün bu ortamlar vesilesi ile sustuklarını söylediklerini görüyorum.
Artık Y kuşağı mıdır yoksa kristal çocuklar mıdır, ben bilemem, anlamam da o işlerden, onlar bizim çocuklarımız… Biz yetiştirdik onları… Kendi gençliğimizde hissettiğimiz bastırılmışlık duygusunu onlar yaşamasın diye özgür bıraktık. Her ne kadar temel değerlerini biz verdiysek de bu çocuklar daha üç yaşlarından itibaren internetle tanıştılar. Hızır gibiler… Eminim çoğumuzun evinde “ oğlum, kızım gel şuna bir bak. Ben anlamıyorum ne diyor, bir hallediver” muhabbetleri geçmiştir. Bu çocuklar temel değerlerini aileden almış da olsalar internet vasıtası ile dünya ile irtibatta olarak kendi kişiliklerini oluşturan değerleri, buralardan edindikleri bilgileri süzgeçleyerek oluşturdular. Bir evvel ki yazımda da yazdığım gibi bize sadece eşlik etmek düştü. Anlamasak bile saygı gösterebilenlerimiz çocukları ile iyi ilişkiler kurabildiler. Anlamayıp baskıya devam edenlerimiz ise çocuklarının içindeki özgürlük duygusunu daha da törpülediler bilinçsizce.

Bize gelince, “ölü toprağı kalktı üstümüzden “ söylemine katılıyorum. Daha onbeş gün öncesine kadar henüz hayata atılmamış çocukları olanlar, bir araya geldiklerinde sürekli karamsar söylemler içinde “ çocukları için gelecek kaygısını paylaşıyorlardı birbirleri ile. Yurtdışına yerleşme planları gırla gidiyordu bir çoğumuzda… Dün çocuklarını hiçbir surette ama imkansızlıktan ama yaşayacağı yerde okusun diye düşünmekten, yurtdışında okutma planları yapmayanlar, bütün planlarını değiştirerek çocuklarını nasıl yurtdışında okuturlar hesabı yapmaya başlamıştı. İmkanları olmayanlar bile “nasıl imkan yaratırım?” ın peşine düşmüştü.  Kendimize ait pek bir beklenti de kalmamıştı hayattan. Günlük yaşayıp gidiyorduk işte. Yarının nelere gebe olacağını bilmeyerek… Her gün yeni bir sürprize uyanarak…  Her gelen yeni haberle daha da umutsuzluğa kapılarak… Bazılarımız seslerini kah yazarak, kah Cumhuriyet mitinglerinde bayraklarını alarak seslerini çıkarmaya çalıştılar. Ama hep bir lider bekledik. Hep bizi alıp sürükleyecek bir oluşum bekledik. Öyle alışmıştık, öyle biliyorduk. Bu direnişle beraber, en azından kendi adıma söyleyeyim, geleceğe dair bir umut yeşerdi içimde. Her gün uyuşuk bir şekilde isteksiz başlarken güne şimdi daha dinç, inançlı ve enerjik başlıyorum güne.

Bu çocuklar bize lidersiz de başkaldırılabileceğini, liderin kendi inançları olduklarını gösterdiler. Ortak değerlere  sahip bu çocuklar, kendileri ile aynı değerlere sahip insanları , yaş , din, dil, ırk, söylem farkı gözetmeden kendi etraflarında topladılar. Sevgi, saygı, özgürlük, hoşgörü gibi tüm dinlerin özünde yatan, yatması gereken erdemlerin etrafında birleştiler. Biz suskun kuşağı da dirilttiler. Ne garip tezattır ki, dinin üstünlüğünü savunan hükümetimizi, bu dini temel unsurları savunmalarına rağmen karşılarında buldular… Ne acı…

6 Haziran 2013 Perşembe

GENÇLİK BAYRAMI


10 gündür olağanüstü bir hal var memleketimde… Artık her adım başı gördüğümüz ve neredeyse kişi başına bir AVM düşecek İstanbul’da, çoğu estetikten yoksun devasa binalardan bir tane daha yapmak adına Taksim’in merkezindeki yılların Gezi Parkı’nın ağaçlarını sökmek isterken başlıyor her şey. Bir de kışla yapacağım diyor Sayın Başbakan. Ne işi varsa kışlanın şehrin göbeğinde!!! Binlerce insanın yolunun geçtiği Taksim’in göbeğine kışla yaparak “ gözüm üzerinizde haa, her daim ensendeyiz” mi demek istedi acaba? 

Özellikle son dönemde arka arkaya gelen “onu yapma, bunu yapma” talimatlarına sesini çıkarmayan gençlik, Başbakan’ın deyimiyle 3-5 ağaç için harekete geçti. En son gelen içki yasağı, milli içkimiz ayran gibi yaşam biçimlerine karışan kararlardan sonra Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülmek istenmesi, sonradan değil doğuştan çevreci olan gençlerimizi ayağa kaldırdı. Kendi dilleri ile “oturma eylemi” başlatarak” izin vermeyeceğiz” demek istediler medenice. Başta “oturur, oturur giderler” diye düşünen hükümet, gün geçtikçe artan bu kalabalığı olaylar büyümeden dağıtıp yoluna devam etmenin kararını aldı sanırım. 1 Mayıs’ta “çukurlara düşersiniz, izin veremeyiz” diyerek gayet bizi düşünen (!) yaklaşımları gibi biraz güç gösterisi ile bu eylemi de bastırma planı ile 31.05.2013 sabahı gaz bombaları, tazyikli su ile yürüdü gençlerin üzerine.

Planlanan gibi olmadı hiçbir şey. Son derece barışçıl, kimseye zarar vermeden eylem yapan bu gençler demokratik haklarının neden ihlal edildiğini sorguladı. Psikolog arkadaşımın da dediği gibi, bu günün genç neslini yetiştiren bizler, kendi gençliğimizde bize tanınmayan özgürlükleri, içimize yerleştirilmiş özgüven eksikliğini çocuklarımıza yaşatmamak adına onları kendine güvenli, sözünü sakınmayan, sorgulayan bireyler olarak yetiştirdik. Seçimlerinde özgür bıraktık, büyürken onları şekillendirmek yerine oldukları kişiliklere eşlik ettik çoğumuz.  Sadece iyilik, her türlü canlıya, düşünceye saygı, dürüstlük, hoşgörü gibi yeryüzündeki tüm dinlerinde esas temeli olan erdemleri çocuklarımıza aşılayarak üzerine inşa edecekleri kişiliklerinde onları serbest bıraktık. Hatta baskıcı, elalem ne der? sorularıyla yetişmiş bizler çocuklarımızın ergenlik dönemlerinde epey sıkıntı çektik. Doğru mu yapıyoruz? diye ara ara kendimizi sorgulayarak…

Tüm bunlar meyvesini verdi 31.05.2013 günü… Apolitik diye baktığımız bu gençler tarih yazdılar. Eylemlerinde hiçbir politika yoktu. Sadece inandıkları değerlere, yaşam biçimlerine müdahaleye baş kaldırdılar. Sorguladılar. Ne sağ görüş ne de sol görüş umurlarında değildi. Bu eylemi güzel yapan da bu… Partiler üstü olması… Siyasi bir eylem yerine humanist bir eylem olması… Yıllardır bilinçli olarak bölücü bir politika izlenmesine rağmen birleştirici bir eylem olması…

Gençler, rehavet içinde olan bizim nesli de ateşledi. İnandığımız değerlere yapılan onca müdaheleye rağmen üzerimize ölü toprağı serilmiş gibi, fazla sesimizi çıkarmadan yaşayıp giderken, bu gençler bizleri de dürttü. Başlarda korkuyla çocuklarını meydanlara göndermek istemeyen anne-babalar çocuklarının yanında yer almaya başladılar. İki gazlı müdahele ile bastırırız diye düşünülen eylem her nesilden, her yaştan, her görüşten insanı da içine alarak büyüdü.

Sayın Başbakan, bu beklenmedik tepki karşısında “üç-beş çapulcu “ diyerek her ne kadar olayı küçümsediğini belirtmek istese de “ bir bardak içki içen alkoliktir ama bize oy verenler içki içse de alkolik değildir “ diye zırvalayarak içinde yaşadığı paniği dışa yansıttı. Banklarda kadın ve erkeğin yanyana oturması her ne kadar onun mezhebine uymasa da buna anlayış gösterdiğini ifade etmesi ise kafasında planladığı Türkiye’nin sinyallerini verdi. Burada size seslenmek istiyorum Sayın Başbakan; kadınla erkeği ne kadar birbirinden uzak tutarsanız, kadın o kadar çok tahrik unsuru olur. Kadını yok etmek, ezmek yerine hayatın içine ne kadar katarsanız, dişil gücüyle bu ülkeye, ekonomisine faydası daha çok olacaktır. Kadının geri planda kaldığı günler geçtiğimiz yüzyıllarda kaldı. İnsanların ahlaki erdemlerini korumak size düşmez. Zaten uyguladığınız yöntemlerle değil korumak bilakis tahrik ediyorsunuz. Ülkesini çok seven bir vatandaşınız olarak bu uyarıyı yapmak boynumun borcudur.

Ben politikacı değilim. Siyasetten anlamam. Dolayısı ile bundan sonra ne olacağını bilemem. Ancak gençlerin başlattığı bu eylemin sadece bir başlangıç olduğunu görüyorum. Bundan sonra atılacak her adımın bu gençlerin onayından geçmesi gerektiği gibi bir gerçek çıktı ortaya. Kendi değerlerine uymayan her kararın karşısında olacakları gibi, kendilerine uyan her kararında arkasında dimdik duracaklardır.

Bu gençlerle inanılmaz gurur duyuyorum. Her ne kadar Ata’mıza saygısızlık etmek istemesem de benim için 31 Mayıs Gençlik Bayramı’dır bundan sonra…