KİTAP YORUMLARI

ÖYKÜ

6 DAKİKA

22 Kasım 2018 Perşembe

TORONTO GÜNLÜKLERİ -13

Pırıl pırıl güneş parlıyor dışarıda. Masmavi bir gökyüzü, hava dingin rüzgârsız. Harika değil mi? Ancak -10 derece sıcaklık! Kasım ayında olduğunu falan unutuyorsun. Benim gibi çok üşüyen biri için sadece pencereden baktırıyor bu hava. Tabii alışacağız, Allah'ın emri yoksa bütün kış evde geçmez hayat. Hiç bir şey olmasa alışveriş için falan yani. Ama bugünlük almayayım. Şöyle yavaş yavaş alıştıra alıştıra soğur hava değil mi? Yok kardeşim güm (pat diye değil valla) diye düşüverdi derece. Bu günden sonra -2 , -3 falan oldu mu aa ne iyi ısınmış hava diye atacağız kendimizi sokağa. Bu da Allah'ın bir taktiği olsa gerek. Salı günü - Salı günü sinemalarda halk günü daha ucuz - sinemaya gideyim dedim. Herkesin gidip bir benim gidemediğim Bohemian Rapsodi'ye. Amma velakin, ben takmışım kafaya seans 16:50'de diye, meğerse 6:50pm'miş yani 18:50'de! alışmamışız ki öyle am pm falan, 6'yı görünce yapıvermişim 16:50. Neyse sinemaya kadar yürüdüm. Hava -2,-3 falan. Kapı duvar. Orada bir adamacağız bana 6:50 PM olduğunu açıkladı zavallım. Popcorn'lar bile hazır değil, bilet gişesi kapalı dedi üzüntüyle. Geri yürüdüm eve. Bir üşüdüm bir üşüdüm. Kimse beni iki saat sonra evden çıkaramadı. Hadi gitti diyelim, çıkışta saat 9 PM yani 21:00 falan. daha da soğuk olacak. Bırrr!Almayayım ben. Kalsın film başka bahara. Şükür ki bugünden sonra tekrar artı derecelere çıkacak görünüyor. Yaşasın! 

Burada ilgimi çeken bir konu buranın sağlık sistemi. Bir kere özel doktor yok burada! Öyle canın çektiğinde, para benim değil mi kardeşim istediğim doktora giderim durumu yok! Bizim gibi hastalık hastası, zırt pırt doktora giden bir millet için biraz zor bir durum. Her mahallede klinikler var. Herkesin aile doktoru var. Önce bunlara gidiyorsun. Ciddi bir durumsa seni sevk ediyor gerekli doktora. Ya da MR, tomografi vs için onay veriyor. Ha bu istek kağıdını alınca aman da hop çektireyim MR'ı falan durumu yok. Aylar sonrasına randevu veriliyor.  Zaten mümkün mertebe az radyasyon gitsin vücuda diye çok az çekiyorlar. Şöyle örnekleyeyim. Benim ev sahibi çok fena düşüp başını çarpıyor. Başından kan akıyor bayağı. Ambulansla hastaneye götürülüyor. Hastanede ilk bakımı yapılıp 5-6 saat tutuluyor. Bakıyorlar tehlikeli bir durum yok, şuna dikkat et buna dikkat diyerek eve yolluyorlar. Ne bir röntgen ne bir MR! Aradan geçen iki haftada hasta kendini daha iyi hissediyor ama hala baş dönmeleri var. Aile doktoruna söylüyor sıkıntısını. CT scan yapalım diyor aile doktoru. Neredeyse bir ay oldu düşeli, hâlâ CT scan tarihi bekliyor valla. Eğer buralı değil yabancıysanız muhakkak sağlık sigortası yaptırmakta fayda var. Önce siz ödüyorsunuz sonra sigortadan talep ediyorsunuz. Burada hastaneye adım atmanın bedeli 900 CAD. Geri alırsınız almazsınız orası şüpheli! Hasta olmamakta fayda var!

Öyleydi böyleydi derken burada en sevdiğim şey huzurla güne uyanmak. Uzaktan memlekete bakınca daha karanlık görünüyor her şey. İçindeyken bir şekilde öffleyip pöffleyip yaşayıp gidiyorsun ama bir kere o düzenin içinden çıktın mı, başka bir hayatın mümkün olduğunu görünce daha da karanlık geliyor insana. Açıkça itiraf edeyim ki, ailemi, kedilerimi, köpeklerimi, dostlarımı çok çok özledim ancak ülkeyi hiç özlemedim. Çocukluğumda yazları babamı ziyarete giderdim Almanya'ya ve bir ay kalırdım. Dönüşte uçaktan inince toprağı öpesim gelirdi. Öyle özlerdim, öyle severdim ülkemi. Alman yanım hiç yokmuşcasına kendimi köküne kadar Türk hissettim her zaman. O günlerden bu günlere gelmek için üzüyor beni. Kanada tecrübesi edinmeden evvel yurtdışında yaşama ihtimalini hiç düşünmedim ama şimdi düşünüyorum. Zaten kızım da üniversiteye başlamış olacak ve benimle göbek bağı kesilmiş olacak. Bakalım hayat neler getirecek, gösterecek? Hayata akışa bırakmayı öğrendiğimden beri öyle değişik, hoş, sürprizler oluyor ki bu konuyu da akışına bıraktım. Eminim evrenin vardır benim için planı :)

Buraya geleli iki ayı geçti. Artık alıştık ana-kız. İlk başta hayretle, hoşnut veya hoşnutsuz baktığım şeyler normalleşmeye başladı. Size bundan sonra neler yazabilirim bilmiyorum. Eğer çıkarsa bir şeyler devam ederim günlüklere. Eğer çıkmazsa bu kadarmış diyelim.



16 Kasım 2018 Cuma

TORONTO GÜNLÜKLERİ - 12

Vee bugün ilk kar yağdı. Yani hala yağıyor. Etraf hafif hafif beyaz olmaya başladı. Bakalım sabaha nasıl olacak? Benim gibi bir Ege kızına soğuk önemli bir konu. Kar yağacağını duyunca ben alelacele hemen alışverişe gittim. Sanki evde mahsur kalacağız da, aç kalacağız :))) Tabii görmemişin karı olunca böyle oluyor. İstanbul'da da yağar tabii kar ama en fazla iki-üç günde bulamaça dönüşür ve hayat normale döner. Burada hava 0 derecelerde dolaşıyor. Geceleri -2 civarı şimdilik. Ooo bunlar iyi günler, diyor burada yaşayanlar. Bakalım nasıl başa çıkacağız karla, soğukla göreceğiz. İnsanoğlu her şeye uyum sağlıyor. Geçen seneyi Amerika Minnesota civarında geçiren kızım hâlâ ince montunu giyiyor ve ince lastik ayakkabılarıyla dolaşıyor. Dışarıda üstü bayağı kalın, atkılara sarınmış ama altında çorapsız ayakkabılarıyla çok kişi görüyorum. Hatta geçen gün üstünde palto, çıplak ayağında ince bantlı topuklu sandaletiyle tıkır tıkır yürüyen genç bir kadın bile gördüm. Altı kaval üstü Şişhane durumu yani. Alışınca oluyor herhalde. Bense içim üç kat, üstümde kalın mont, atkı dolanıyorum. Henüz eldiven ve bere takmaya başlamadığım için gurur duyuyorum kendimle. :))) Aslında az biraz yürümeyi göz alıp otobüs durağına dolayısıyla metroya ulaşabilirseniz herşeyinizi yer altından halledebilecek bir düzen de var burada. Path denilen, yer altından geniş bir alanı birbirine bağlayan tüneller yapılmış. Sanırım en soğuk günlerde hayat bu tünellerde oluyor. Bir kere soğuduktan sonra Nisan'dan evvel ısınmıyormuş. Görünen o ki uzun bir kış olacak. Buna karşılık yazları da boğucu bir sıcak oluyormuş. Kışı yaşayacağımız kesin de yazı yaşamadan döneceğiz inşallah.

Geldiğim günden beri dikkatimi çeken bir konu da insanların çok konuşkan ve sıcakkanlı olması. Otobüs veya tramvaya bindiğinizde çoğu Kanadalı, özellikle siyahiler, şoföre muhakkak iyi günler diliyorlar, inerken de teşekkür ediyorlar. Bir market, dükkana  veya kafeye gittiğinizde kasiyer ilk önce merhaba, bugün gününüz iyi geçiyordur umarım diyerek başlıyor işleme. Bunu çok sevdim. İster istemez bir gülümseme konuyor yüzünüze. Saçımdaki bir tutam mor için çoğu kadın ama bir kaç da erkek olmak üzere sayısız iltifat aldım. Otobüsteki teyze, metrodaki kadın, kafede servis yapan kız, tramvay şoförü, yolda yürürken yanımdan geçen birileri hiç çekinmeden seni durdurup "oh, I love the purple in your hair" diyebiliyorlar. Ne hoş değil mi? Nezaketin, küçücük bir iltifatın insanın bulutlu bir gününe güneş açtırabileceğini kültürel olarak öğrenmişler. Mesela bu konuya Kanada kültürü derim. Almanların konu komşuya muhakkak iyi günler demeden geçmedikleri gibi. Biz Türkler bu konuda geri kaldık maalesef. Evimize gelen misafiri baş tacı ediyoruz ama kapı önünde karşılaştığımız komşumuza merhaba demeden geçebiliyoruz. Hatta garip bakışlar da cabası. En azından benim yaşadığım bilimum mahallede böyle tecrübe edindim.

Geçen gün buranın TRT'si olan CBC'deki halka açık bir konuşmaya davet edildim. Dış İşleri Bakanı olan Christya Freelander, Washington Post'tan iki gazeteci ve kendi iki muhabirleri vardı. Kanada - Amerika ilişkilerinin geleceği konuşuluyordu. Aralarında bir ticari anlaşma söz konusuymuş. Ne olacak, olacak mı vs idi konu. Tabii en büyük sorun Trump. Trump'ın sağının solunun belli olmaması. Yani konu ticari anlaşmadan çıktı Trump'a döndü. Trump'ın adalet sistemine, gazetecilik vs gibi kurumlara olan güveni sarstığını ve bunun Amerika için büyük sorun olduğundan bahsetti Washington Post. Gelecek seçimler için Demokratların nasıl bir yol çizeceklerinin önemli olduğunu, henüz ellerinin yeterince güçlü olmadığından bahsettiler. Bir seyircinin Trump'ın anayasayı değiştirme ihtimali var mı sorusuna, asla olmaz kanunlarımız var, anayasanın değişmez maddeleri var dedi Washington Post'un muhabiri. Halbuki daha beş dakika evvel bu kurumlarına güvenlerin sarsıldığından bahsetmişti. Çok tanıdık bir filmi baştan seyrediyorum hissine kapıldım.

Levent Üzümcü "Anlatılan Senin Hikayendir "adli oyununu sergilemeye geldi Toronto'ya. 500 kişilik salon tıklım tıklım doluydu. Bir anda herkes Türk, etrafta herkes Türkçe konuşuyor kendimi İstanbul'da sandım. Toronto'da bu kadar çok Türk olduğunu bilmiyordum ki, tiyatroya gelenler burada yaşayanların onda biri belki. Hoş şehir merkezine indiğimde de muhakkak Türkçe duyuyorum. Sayı gittikçe artıyor anlaşılan. Her yaş grubundan Türk var. Sadece gençler, öğrenciler değil yani. Kaçan kaçana memleketten. Herkes biraz huzur peşinde... Ayın 26'sında da Sabahattin Ali'yi anmak üzere Nebil Özgentürk ve Soner Olgun gelecek. İstanbul'da olmadığım kadar aktifim burada. Sırf Türklerle olmayı sevmiyorum. Buralı diğer insanlarla da kaynaşmayı seviyorum. Ancak genelde baktığımda aslında çok az İngilizce konuşuyorum. Türkiye'den online Leyla Erbil atölyesine de başladım. Bir yandan da İngilizce kitap okuyorum ama hâlâ Türkçe ağırlıklı yaşıyorum. Biraz daha İngilizceye dönmeyi tercih ederim aslında. Bu konuda daha çalışmam lazım.

Her seferinde ne yazacağım ki diye başlıyorum ama maşallah çal çene olduğum için laf uzuyor da uzuyor. Daha fazla başınızı ağrıtmadan bugünlük de bu kadar diyeyim.


8 Kasım 2018 Perşembe

TORONTO GÜNLÜKLERİ - 11


Her yerde yazılıyor, çiziliyor, söyleniyor "az tüketin, azla yetinin, minimalist yaşayın, kapitalizmin dişleri arasında ezilmeyin" diye, ben de bir süredir, fazla almayarak, arkadaşlarıma kalıcı değil de tüketilebilecek hediyeler alarak, bana hediye alınacağı zaman ise herhangi bir şey istemeyip Her Çocuk Bir Tohum Projesi'ne dahil okullara kitap gönderilmesini isteyerek uygulamaya çalışıyordum. Ancak Türkiye'de senelerin verdiği alışkanlık, birikmişlik sonucunda ne kadar çabalasam da tam olmuyordu bir türlü. Kanada'ya gelmek için evi boşaltırken ilk ciddi adımı attım diyebilirim. Senelerdir o veya bu nedenle yapışıp kaldığım bir çok şeyi verdim, attım; elimden geldiğince kutulanması gereken eşyaları aza indirmeye çalıştım. Yüzde yüz başarı gösterdiğim söylenemez ama eskiye nazaran bayağı yol kat ettim. 

Toronto için uçak bileti aldığımda kişi başı 23kg'luk bavul deyince şöyle bir durdum. Niye ya? Yanlışlık olmalı, benim bildiğim kişi başı 2 x 23kg'luk bavul olmalı. E biz de kızımla gittiğimize göre dört bavul etmeli. Araştırınca biz ucuz bilet aldığımız için bir bavulmuş, iki bavul için daha yüksek ücret ödememiz gerekiyormuş. (Ucuz dedikleri de söylemesi ayıptır, 6000TL/ kişi) Neyse ucuz etin yahnisi durumu yani... Benim kız hiç sorun etmedi durumu. Geçen sene bir seneliğine Amerika'ya giderken bir bavul gittiği için alışık, başının çaresine bak dedi çıktı işin içinden. Tabii hanımefendi sadece kendi eşyalarını götürüyor, bense tipik bir Türk olarak çaydanlık, cezve, çay, kahve götürdüğüm gibi elalemin havlusunu kullanamam deyip havlu bornoz vs gibi yan elementler de dahil bavula. Bir de aman grip oluruz, aman başımız ağrır, benim bel zaten netameli, kızımın da benim de her gün aldığımız ilaçlar var - hangi doktoru bulup orada reçete alacağız - derken ilaç kaçakçısı zannedilmeyi göze alarak bir sürü de ilaç derken ben sığamadım bir bavula. Neyse ezcümle üç koca bavulumuzla dikildik kiraladığım evciğin kapısına.

Hepi topu on aylığına geldiğimiz bu memlekette öyle enem konam koca ev kiralamaya gerek yok, zaten evler de çok pahalı. Eşyalı olsun, okula ulaşılabilir mesafede olsun, fiyatı uygun olsun yeterli. Toronto'ya yerleşip burada eğitim danışmanlığı yapan Çiğdem arkadaşım sayesinde daha Türkiye'den buldum evi. Resimlerden bakıp tamam dedim. Türk bir ailenin bodrum katında bir oda bir salon kutu gibi şirin bir evcik. Evde her şeyden iki tane olma kaydıyla her şey mevcut. İki su bardağı, iki tabak, iki kahve fincanı, bir elektrikli ocak, iki tencere, iki tava ( ocak bir tane olunca tencere tavanın iki olması fayda etmiyor aslında) gibi gibi. İlk başta, alışmamışım bu kadar aza, ben hemen gideyim çanak çömlek alayım dedim. Başka öncelikler olduğu için alamadım. Sonra da alıştım. Gayet güzel de yapılıyor valla. Evde bulaşık makinesi olmadığı için elde yıkıyorum bulaşığı. Her kullandığını hemencecik yıkıyıverirsen no problem. Bir set kızımın bir set de benim çarşafım var. Her hafta yıkayıp kurutup aynı çarşafı seriyoruz tekrar. Bavula yer sıkıntısından her mevsime uygun iki pantolon, bir kaç tshirt, kazak, her mevsime uygun bir pijama koymuştum. yetiyor da artıyor bile. Hani alıp alıp dolaba asıp sonra da unutuyoruz ya, biraz şımarıklığımızdan. O da olsun bu da olsun; şık bir yere gidersem giyerim, misafir geldiğinde kullanırım, sehpamın üzerinde ne güzel de durur ( sehpanın üzerinde zaten bir şey vardır, o unutulmak üzere dolaba kalkar) siyahım var da kahverengim yok o da olsun vb vb gibi sebeplerle lüzumlu lüzumsuz dolduruyoruz evlerimizi. Sonra dikkat edin, bir sezon boyunca takıldığınız üç-beş şeyi giymişsiniz. Gerisi dolapta asılı, kalabalık yapıyor. Seneler evvel bir arkadaşımın evine gittiğimde ne kadar az eşyası olduğunu gördüğümde  nasıl yapıyorsun diye sormuştum. Yeni aldığım bir şeye karşılık bir şeyi muhakkak veririm demişti. Ben daha geçen yıl uygulamaya başladım bunu. Ayrıca yazlık - kışlık ayırırken bakıyorum o sezon hiç giymemişsem veriyorum gitsin. Yerine yenisini de koymuyorum. Büfede, hani çeyiz diye alınmış misafirlik takımlar vardır ya, onları hiç öyle büyük misafir beklemeden çok yakın sevdiğim dostlarımla kullanıyorum. Hoş, şık bir sofrayı dostlarımla paylaşmayacağım da kiminle paylaşacağım. Gün gelecek günlük tabak yapacağım. Kırılırsa da kırılsın, mezara mı götüreceğim. Dostlarıma hediye alırken kaliteli bir zeytinyağı, yöresel özel bir yiyecek gibi küçük esnaftan alınabilecek hem esnafı destekleyecek, hem de arkadaşlarımın ev kalabalıklığına daha da eklenmeyecek hediyeler seçmeye çalışıyorum artık. Eskiden aman kalıcı olsun diye aptalca bir takıntım vardı, kimselere koku falan almazdım. Ne aptalca! Sanki her kalıcı şey bizimle yaşadı. Kimi kırıldı, kimini kimin hediye ettiğini bile unutarak verdik, hediyeyi veren çok değerli bir dostsa kullanmasak bile yapışıp kaldık, taşındığımız her yere götürdük ( en azından ben öyle yaptım) Götürdük götürmesine de dolapların içine tıktık. E ben ne anladım bu işten? 

Mesele sadece eşya da değil. Hep yazdığım gibi burası doğa açısından çok zengin. Elime bir bardak kahvemi alıp bu parklarda gezinmek, sonbahar renklerine bürünmüş bir ağacı seyretmek, onun altında kitap okumak bir sürü para verip kalabalık bir ortamda yiyeceğim yemekten daha çok keyif veriyor. Evde yapabileceğim bir yemeğe para vermektense o parayı sanatsal bir etkinlik için harcamak daha makul geliyor bana. Tabii ki hiç yemeyelim, içmeyelim demiyorum ama keyif yemekte mi dostlarla bir arada olmakta mı? 

Daha çok giyelim, daha çok yiyelim, daha çok tüketelim derken işin güzelliğini kaçırdık bence. Çocukken bayramda pabuç alındığında sevindiğimiz kadar sevinmiyoruz artık aldıkça. Ben, kendi adıma, paramı insana, insan emeğine harcamayı tercih ediyorum; uzatacağımız elle önleri açılabilecek çocuklara, aylarca emek harcanmış kitaba, saatlerce prova yapılmış tiyatroya, baleye, insanlardan daha saf olan hayvanlara, yok etmek için elimizden geleni ardımıza koymadığımız halde bize bonkör davranan doğaya vb. İnanır mısınız bayramda kırmızı rugan pabuç alınmış çocuk kadar seviniyorum buralara dokundukça. Çul çaput bana bu zevki, bu mutluluğu tattırmıyor. Statüyü ise giydiklerimde taktıklarımda değil, yaptıklarımda görüyorum.

Bu yazı pek Toronto günlüğü gibi olmadı ama burada çok az eşyayla da yaşanabileceğini, her hafta oraya buraya yemeklere gidip dünya para harcanmadan da keyif alınabileceğini, sanatın bir ülkenin kültürünün temel taşı olduğunu yeniden hatırladım. Azdan çok yapılabileceğini, azla daha dolu yaşanabileceğini bu sefer ruhuma işledim. Toronto'nun bana artılarından birisi bu nokta olacak. Sizinle de paylaşmak istedim, belki üstünde düşünmek istersiniz. Ne dersiniz?


4 Kasım 2018 Pazar

TORONTO GÜNLÜKLERİ - 10

Okulun acı kaybının üstünden bir kaç gün geçti ve hayat normale döndü. Hayat böyle bir şey! Ne kadar üzülsek de yaşam akmaya devam ediyor. İki günlük duraksamadan sonra biz de kendi akışımıza döndük.

Burada kimse kimseyle kaynaşmıyor dedim ya, yok sen yanlış biliyorsun dercesine aynı gün aynı metroda iki çifti gözümün içine soktu Allah. Hemen yanımdaki kız Uzakdoğulu erkek Kanadalı gibi duruyordu. Kanadalı değilse bile Uzakdoğulu değildi yani. Yeni evli olmalılar. İkisi de şık şıkıdım giyinmiş Cumartesi gezmesine çıkıyorlar, yol boyunca sohbet muhabbet, sarılmalar öpüşmeler falan. Allah muhabbetlerini daim etsin, güzel bir çifttiler. Bu arada burada bütün evliler küçük veya büyük bir tek taş ve alyans bir arada takıyorlar, özellikle gençler. Belki bizde de öyledir ama dikkat etmemişim demek ki. Kızın orta boy tek taşı pırıl pırıl parlıyordu. Zayıf, upuzun simsiyah saçlar omuzlardan dökülüyor, bayağı güzel bir kızdı. Koca da yakışıklıca, uzun boylu falan. Devamlı kesmek ayıp olacağından önüme bakayım dedim. Hemen karşımda ise bu sefer Güney Amerikalı genç bir kadın, Kanadalı kocası, pusette bir çocuk, adamın ellerinde poşetler hayatlarından bezmiş vaziyette oturuyorlardı. Kadının tek taşı küçük ve mat ama illa parmakta. İkisinin de surat ifadesi, bir şey giymiş olmak için üste öylesine geçirilmiş kıyafetleri, birbirleriyle tek kelime etmeden boş gözlerle önlerine bakışları bende yanımdaki o mutlu, yeni evli çiftin bir kaç sene sonra bu çift gibi olup olmayacağı sorusunu uyandırdı. Böyle mi oluyor evlilikler? Aynı heyecanı, sevgiyi, saygıyı devam ettirmenin bir yolu yok mu? Vardır elbet. Vardır olmasına da zor zanaat anladığım.

Neyse aynı Cumartesi, herkes gezmelere gider de ben gitmem mi? Ben de Guernica Yayınevi'nin 40. yıl kutlamasına gidiyordum o gün. Öyle fazla şaşaa gösteriş olmadan yayınevine bağlı yazarların  kısa konuşmalarından sonra da küçük bir kokteylle kutladılar. Konuşmacı olan bütün yazarlar göçmen yazarlardı. Kendi eserlerinden minik pasajlar ya da şiirlerinden bir şiir okudular. Kimini çok beğendim, kimini hiç beğenmedim. Davetlilerin çoğu da başka yazarlardı zaten. Kokteyl sırasında bazı yazarlarla konuşma fırsatı yakaladım. Türk olduğumu duymak ilgilerini çekti. Beni bu etkinliğe davet eden annemin Hintli tanıdığı beni yazar diye tanıtınca beni bir şey sandılar :))) Bozuntuya vermedim tabii. Allahtan bir tane kitabım var. Bir kitabım var, ikincisi üzerinde çalışıyorum. Bu arada da kendi çıkardığımız aylık fanzinde yazıyorum falanla geçiştirdim mecburen. İlk gelen soru Fanzin, o ne? oldu genelde. Ne olduğunu anlatınca herhalde anlamadıklarından ohhh! I see nidalarıyla diğer sorulara geçmece. İlginç bir şekilde Türk okurlarını iyi buluyorlar. Türkiye iyi bir pazar dedi bir yayıncı. Biz ise kimse kitap okumuyor diye söyleniyoruz. Bir çelişki var ama... Göçmenlerin oluşturduğu bir ülke olduğu için göçmen, mülteci hikayelerini dikkatlerini çekiyor. Ooo dedim bizim yazarlar buranın yolunu bulsalar ihya olurlar. Bizim topraklarda geçmiş ve güncel istemediğin kadar göç öyküsü var. Hani diye geçti aklımdan öyle bir antoloji hazırlayıp sunsak mı bu yayınevine. Belli mi olur? Hayalini kurmakla başlar herşey. Yani onca yazarın içinde Hintlisi, Çinlisi, İtalyanı, Nijeryalısı, Dominiklisi olup bir tane Türk yazar olmayınca... Bu arada şimdiye kadar göz gezdirdiğim kadarıyla, dediğimde çok iddialı değilim henüz ama bizim yazarların edebiyatları bunlarınkinin yanında yıldızlı pekiyi alır bence. Neyse çok laf etmeyeyim, bunu iddia edecek kadar çok kitap okumadım hala ama ilk intiba diyelim.

O gece kar yağdı memlekete. Zaten yağmurlu ve soğuktu sonra kara çevirdi. Hava soğuk, metro hattında tamirat var mecburen Uber'e atlayıp eve gittim. Uber'in şoförü dünya tatlısı Somalili bir üniversite öğrencisi çıktı. Şu anda 3. sınıfta Kriminoloji ve Siyaset Bilimi çift dal yapıyormuş. Bitirince Hukuk okuyacakmış. Sonra da Birleşmiş Milletler'de çalışma hayali var. Helal dedim helal! Kanadalı olduğu için okulu 16.000 CAD'mış. Benim kız sorduydu; yabancılara ise seçtiğin dala göre 36.000 - 52.000CAD'cık üniversite. Neyse çok pahalı okul dedi, çalışıp okul paramı çıkarmam lazım diyor. Aileme çok yük olamam. Şöyle bir iç çektim... Ayrıca tanıştığım yazarların kimilerinin geçmişlerine baktım. Valla hepsi iyi üniversitelerin İngilizce Filoloji mezunu kimisi masterını da yapmış falan. Alaylı yazar pek görmedim. Tabii yetenek de lazım ama sadece yetenekle olmuyor işte. Göçmen olup buraya gelen ülkenin de onlara sağladığı imkanlarla mümkün mertebe iyi eğitim almaya çalışıyorlar. eğitim çok önemli burada.

Havalar soğumaya doğru durunca ne olur ne olmaz diye hemen kendime kışlık bot aldım. Burada içi polarlı taytlar var. Aman bulunsun. Ondan da aldım. Bazı günler hava 5-6 derece gösterse bile yağmur ve rüzgardan daha soğuk hissediyor insan. Valla pantolon altı uzun çorap giyiyorum bazen. Esas soğuklar gelince ne yapacağım bilmem. Herhalde bir şekilde toplu alışveriş yapıp bir hafta evden çıkmamaca :)) Geçtiğimiz hafta da epey yağmur olduğu için mecburiyetler dışında pek çıkmayıp kendimi okumalara verdim. İki kitap bitti. Şimdi uzaktan kumanda Türkiye'de bir atölye yapacağım için biraz Türkçe okumam lazım. Yaşasın Leyla Erbil! Burada laf ettiğim kütüphanede buldum Leyla Erbil'in bir kitabını. Vallahi de Türkçe kitap varmış kütüphanede. Boşuna ayağa kaldırmışım milleti. Olsun, elli kitap daha gönderildi kütüphaneye bu aksiyon sonucunda. Buna seviniyorum çünkü bazen Türkçe okumayı özlüyorum. Hep İngilizce okumak düşüncelerimin de İngilizce akmasına sebep oluyor. Hayır düzgün bir İngilizceyle aksa yanmayacağım, hatta bu fırsattan yararlanıp belki iki üç satır yazacağım ama öyle de değil.

Buraya gelirken tam ne yapacağımı bilmeden gelmiştim. Hiç bir şey yapamazsam yazmaya çalışırım diyordum. Yazma konusunda başarılı olduğumu söylemem. Her yazmaya çalıştığımda iki dil birbirine giriyor. Ancak bir şekilde gene edebiyatla haşır neşir buldum kendimi. Akışa inanan biri olduğum için bu yolculuk beni bir yere, muhtemelen edebiyat ya da kitaplarla ilgili doğru bir şeye götürecek herhalde. Hele bir de Ankara Kitaplığı'nda öykü atölyesi yaparsam. Tabii. talep olursa... Bakalım, heyecanla bekliyorum su nereye doğru akacak?

Her Çocuk Bir Tohum Projesi ise uzaktan kumanda tabii ki devam ediyor. Öğretmenlerimizden çok güzel resimler, haberler geliyor. Sabah kalkıp telefonu açar açmaz bir sürü mesaj düşüyor. O anı çok seviyorum. Öğlene kadar kâh projeyle ilgili, kâh sosyal, kâh Kiltablet'le ilgili yazışmalar, konuşmalarla yarılanıyor gün. E biraz temizlik, yemek, bulaşık falan sıkılmaya da pek vakit yok yani. İşin ne güzel tarafı ütü yok memlekette. Çamaşırlar yıkanıyor (Cuma günleri çamaşır günüm) kurutmaya atılıyor ve inanmazsınız buruşuk çıkmıyor ya! Hele de şöyle elinle düzleyip bir saat son nemi gitsin diye bir yere serersen mis gibi oluyor. Jilet gibi değil ama buruşuk da değil. Ben oldum olası ütü sevmem, pek seviniyorum bu işe. Tabii yanımda gömlek getirmediğimden de kolay oluyor. Akıllı kadınım vesselam :)))

Anlaşılan fazla ara vermeye de gelmiyor bu günlüklere yoksa böyle alıyor başını gidiyor yazı. Başınızı ağrıttıysam affola!