Vee bugün ilk kar yağdı. Yani hala yağıyor. Etraf hafif hafif beyaz olmaya başladı. Bakalım sabaha nasıl olacak? Benim gibi bir Ege kızına soğuk önemli bir konu. Kar yağacağını duyunca ben alelacele hemen alışverişe gittim. Sanki evde mahsur kalacağız da, aç kalacağız :))) Tabii görmemişin karı olunca böyle oluyor. İstanbul'da da yağar tabii kar ama en fazla iki-üç günde bulamaça dönüşür ve hayat normale döner. Burada hava 0 derecelerde dolaşıyor. Geceleri -2 civarı şimdilik. Ooo bunlar iyi günler, diyor burada yaşayanlar. Bakalım nasıl başa çıkacağız karla, soğukla göreceğiz. İnsanoğlu her şeye uyum sağlıyor. Geçen seneyi Amerika Minnesota civarında geçiren kızım hâlâ ince montunu giyiyor ve ince lastik ayakkabılarıyla dolaşıyor. Dışarıda üstü bayağı kalın, atkılara sarınmış ama altında çorapsız ayakkabılarıyla çok kişi görüyorum. Hatta geçen gün üstünde palto, çıplak ayağında ince bantlı topuklu sandaletiyle tıkır tıkır yürüyen genç bir kadın bile gördüm. Altı kaval üstü Şişhane durumu yani. Alışınca oluyor herhalde. Bense içim üç kat, üstümde kalın mont, atkı dolanıyorum. Henüz eldiven ve bere takmaya başlamadığım için gurur duyuyorum kendimle. :))) Aslında az biraz yürümeyi göz alıp otobüs durağına dolayısıyla metroya ulaşabilirseniz herşeyinizi yer altından halledebilecek bir düzen de var burada. Path denilen, yer altından geniş bir alanı birbirine bağlayan tüneller yapılmış. Sanırım en soğuk günlerde hayat bu tünellerde oluyor. Bir kere soğuduktan sonra Nisan'dan evvel ısınmıyormuş. Görünen o ki uzun bir kış olacak. Buna karşılık yazları da boğucu bir sıcak oluyormuş. Kışı yaşayacağımız kesin de yazı yaşamadan döneceğiz inşallah.
Geldiğim günden beri dikkatimi çeken bir konu da insanların çok konuşkan ve sıcakkanlı olması. Otobüs veya tramvaya bindiğinizde çoğu Kanadalı, özellikle siyahiler, şoföre muhakkak iyi günler diliyorlar, inerken de teşekkür ediyorlar. Bir market, dükkana veya kafeye gittiğinizde kasiyer ilk önce merhaba, bugün gününüz iyi geçiyordur umarım diyerek başlıyor işleme. Bunu çok sevdim. İster istemez bir gülümseme konuyor yüzünüze. Saçımdaki bir tutam mor için çoğu kadın ama bir kaç da erkek olmak üzere sayısız iltifat aldım. Otobüsteki teyze, metrodaki kadın, kafede servis yapan kız, tramvay şoförü, yolda yürürken yanımdan geçen birileri hiç çekinmeden seni durdurup "oh, I love the purple in your hair" diyebiliyorlar. Ne hoş değil mi? Nezaketin, küçücük bir iltifatın insanın bulutlu bir gününe güneş açtırabileceğini kültürel olarak öğrenmişler. Mesela bu konuya Kanada kültürü derim. Almanların konu komşuya muhakkak iyi günler demeden geçmedikleri gibi. Biz Türkler bu konuda geri kaldık maalesef. Evimize gelen misafiri baş tacı ediyoruz ama kapı önünde karşılaştığımız komşumuza merhaba demeden geçebiliyoruz. Hatta garip bakışlar da cabası. En azından benim yaşadığım bilimum mahallede böyle tecrübe edindim.
Geçen gün buranın TRT'si olan CBC'deki halka açık bir konuşmaya davet edildim. Dış İşleri Bakanı olan Christya Freelander, Washington Post'tan iki gazeteci ve kendi iki muhabirleri vardı. Kanada - Amerika ilişkilerinin geleceği konuşuluyordu. Aralarında bir ticari anlaşma söz konusuymuş. Ne olacak, olacak mı vs idi konu. Tabii en büyük sorun Trump. Trump'ın sağının solunun belli olmaması. Yani konu ticari anlaşmadan çıktı Trump'a döndü. Trump'ın adalet sistemine, gazetecilik vs gibi kurumlara olan güveni sarstığını ve bunun Amerika için büyük sorun olduğundan bahsetti Washington Post. Gelecek seçimler için Demokratların nasıl bir yol çizeceklerinin önemli olduğunu, henüz ellerinin yeterince güçlü olmadığından bahsettiler. Bir seyircinin Trump'ın anayasayı değiştirme ihtimali var mı sorusuna, asla olmaz kanunlarımız var, anayasanın değişmez maddeleri var dedi Washington Post'un muhabiri. Halbuki daha beş dakika evvel bu kurumlarına güvenlerin sarsıldığından bahsetmişti. Çok tanıdık bir filmi baştan seyrediyorum hissine kapıldım.
Levent Üzümcü "Anlatılan Senin Hikayendir "adli oyununu sergilemeye geldi Toronto'ya. 500 kişilik salon tıklım tıklım doluydu. Bir anda herkes Türk, etrafta herkes Türkçe konuşuyor kendimi İstanbul'da sandım. Toronto'da bu kadar çok Türk olduğunu bilmiyordum ki, tiyatroya gelenler burada yaşayanların onda biri belki. Hoş şehir merkezine indiğimde de muhakkak Türkçe duyuyorum. Sayı gittikçe artıyor anlaşılan. Her yaş grubundan Türk var. Sadece gençler, öğrenciler değil yani. Kaçan kaçana memleketten. Herkes biraz huzur peşinde... Ayın 26'sında da Sabahattin Ali'yi anmak üzere Nebil Özgentürk ve Soner Olgun gelecek. İstanbul'da olmadığım kadar aktifim burada. Sırf Türklerle olmayı sevmiyorum. Buralı diğer insanlarla da kaynaşmayı seviyorum. Ancak genelde baktığımda aslında çok az İngilizce konuşuyorum. Türkiye'den online Leyla Erbil atölyesine de başladım. Bir yandan da İngilizce kitap okuyorum ama hâlâ Türkçe ağırlıklı yaşıyorum. Biraz daha İngilizceye dönmeyi tercih ederim aslında. Bu konuda daha çalışmam lazım.
Her seferinde ne yazacağım ki diye başlıyorum ama maşallah çal çene olduğum için laf uzuyor da uzuyor. Daha fazla başınızı ağrıtmadan bugünlük de bu kadar diyeyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder