Tam keyifle bilgisayarımın başına geçmiş, gene çok ara vermişim günlüklere, ara vermeye de gelmiyor, detaylar kaçıyor minvalinde bir yazı yazmaya hazırlanırken posta kutuma düşen bir e-posta hem yazının içeriğini hem de günün akışını değiştirdi. Kızımın buradaki okulunun müdüründen ACİL ibaresiyle gönderilen e-postada okulun rehber öğretmenlerinden birinin - kızımın da Toronto'ya gelir gelmez tanıştığı ve kızım için en büyük iltifat sayılan "tontiş" sıfatını hak etmiş - Cumartesi geçirdiği bir trafik kazası geçirdiği ve girdiği komadan çıkamayacağı kesinleşince ailesi tarafından fişi çekilerek ebediyete yolcu edildiği yazılıydı. Yaşanan bu acı gelişme sabah öğrencilere söylenmiş ve çocuklar evlere yollanacaktı. Yarın okul mecbur değildi. Okula gelinirse bile ders yapılmayacaktı. İhtiyacı olan çocuk ve velilere bu acıyla yüzleşmek için gerekli danışmanlık hizmeti verilecekti. E-postaya bir kaç da ergen yaşında ölümle karşılaşan çocuklara nasıl davranılması gerektiği konusunda önerilerde bulunan psikoloji linkleri eklenmişti. Önce tanışma fırsatı bulamadığım ama yaşının epey genç (26) olduğunu bildiğim bu öğretmenin kaybına çok üzüldüm. Her ne kadar tanımasam da gencecik bir insandı. Genç ölümler beni her zaman sarsar. Olayın şokunu atlattıktan sonra okulun yaklaşımının ne kadar insani olduğunu düşündüm. Kızımın Türkiyede'ki okulunda bir çocuğun babası vefat ettiği için kurtarma yazılısına gelememesi üzerine çocuğa sıfır verildiğini düşünürsek... Bu tür acımasız yaklaşımlara okulun cevabı hayatın gerçeklerine alışmaları gerektiği olurdu sorduğunuzda veya isyan ettiğinizde. Evet hayat acımasız, hayat zor ama bu kadar sert olmalı mıyız ayakta durabilmek için? Sanki hayat acımasız olduğu için biz de sertleşip acımasızlaşıyoruz, biz acımasız oldukça hayat daha da zorlaşıyor gibi bir kısır döngü inçinde dönenip duruyoruz. Vefat eden öğretmeni henüz bir buçuk aydır tanıyan kızımın bile ne kadar etkilendiğini görünce onu senelerdir tanıyan iş arkadaşlarının, öğrencilerinin ne kadar sarsılmış olabileceğini tahmin ediyorum. Bu durumda hayat devam ediyor diye zorla yapılacak derslerden ne hayır gelirdi ki zaten?! Belki de yaşayageldiğimiz gittikçe sertleşen dünya bu tür eğitimin sonucu. Dişe diş, göze göz, başarı, hırs pompalana pompalana yükselen faşist değerlerin temelini atmış olduk. Halbuki öfkeye öfkeyle değil de anlayışla yaklaşmayı öğreten, sevgi, saygı ve hoşgörü kavramlarının daha öne çıkarıldığı bir eğitim sistemi olsaydı başka mı olurdu dünya gibi düşünceler dolaşıyor gene aklımda. Yeni bir düşünce değil bu benim için - Her Çocuk Bir Tohum Projesini bu bazın üstüne kurmuştum zaten - ama her yaşanan olayda bir kez daha düşünmeden edemiyorum. Biraz evvel gene müdürden gelen yeni e-postada yarın okulda ihtiyacı olan öğrenciler için bir psikolog bulundurulacağını, ölen öğretmen için ortak bir anı defteri hazırlanacağını, arzu eden öğrencileri okula beklediklerini, okula gelmeyen öğrencilerin ise devamsız sayılmayacağını yazıyordu. Ne kadar hoş bir yaklaşım. Bir daha iyi ki bu kararı verdik dedim, iyi ki Kanada'ya geldik.
Ben de bu akşam, kendimi kaptırdığım edebiyat dünyasının rüzgârıyla Nijeryalı bir kadın yazar olan Manjushree Thapa adlı yazarın söyleşisine gidecektim ama bu durumda kızımın yanında kalmanın daha doğru olacağını düşünerek programı iptal ettim. Evde kitap okumaya devam. Türkçe'ye Üç Oda Bir Yalnızlık adıyla çevrilmiş Amerikalı yazar Claire Messud'un The Woman Upstairs (keşke orjinaline sadık kalıp üst kattaki kadın diye çevrilseydi daha uygun olurmuş diye düşündüm) kitabını bitiririm bu akşam sanırım. Kurgusundan çok heyecanlanmamakla birlikte değindiği konular güzel. Merak eden olursa diye kısaca yazayım dedim.
Şimdi ufak bir mola verirsem ilk başta yazmaya niyetlendiğim gibi daha neşeli şeyler yazabilir miyim yoksa bugünlük bu kadar deyip başka bir güne mi bırakacağım netleşecek.
Akşamı ettim. Sabah ki havama geri dönemedim. Yazacak şeyler birikip duruyor. Başka bir güne kaldı yazacaklarım, eğer unutmazsam ya da daha ilginç şeyler çıkmazsa... Bugünlük bu kadar, kusura bakmayın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder