Gün… Gene aynı... Hep
sıradan… Gene kalktık işte boş bir güne. Başımda bir basınç. Tansiyonum mu
çıktı gene? İlaçlarımı almalı. Almasam? Ölür müyüm? Ölsem… Şu kuş. Ne güzel de
ötüyor sabah sabah. Ölmek istemiyor insan. Korkuyor. Korkuyorum ölümden. Ölsem
geçer mi içimdeki sızı? Fena geçmedi hayat aslında. Ne çok gezerdik Adnan’la.
Ne çok şey gördüm sayesinde. Allah rahmet eylesin. Adnan erken bıraktın beni.
Sen varken azalmıştı. Unutmuştum neredeyse! Unutmamıştım tabii, insan
unutamıyor ama hafiflemişti sanki. Düşünmeden geçirdiğim günler oluyordu. Sonra
acı bir suçluluk hissediyordum. Ah! Adnan sana hiç söyleyemedim. Nevrotik
sanıyordun beni. Hahaha! Ben de sığındım buna. Hahahaha! İyi kalpli kocam
benim, hiç düşünmedin neden böyleyim diye. Sorsaydın, belki? Güzel bir oyun
oynadık seninle. Hahahaha!
Kuş düşüncelerine ritm tutmuş başka bir notadan ötüyordu
sanki. Büyükhanım yatağından yavaş yavaş kalktı. Pencereye gidip perdeleri
açtı. Masmavi bir gök, Boğaz’ın derin suları günaydın dediler. Kuş ona şöyle
bir bakıp uçtu gitti.
-
Mühibeee! Bu vazoda niye laleler yok? diye gürledi,
aşağı iner inmez gözüne çarpan eksikliği fark ederek.
Mühibe “ sabah sabah tövbe, bismillah “ diyerek koşturdu
Büyükhanım’ın yanına. Yıllardır bu evde çalışıyordu. Hanımının lale takıntısını
biliyordu.
Konağın Boğaz’a bakan penceresinin önünde duran sehpanın üzerindeki
vazoda her daim lale olmalıydı. Nedense! Onun garipliklerine ne kadar alıştım
dese de o tiz sesini duydu mu irkiliyordu gene de. Yorgundu, bezgindi.
Yaşlıydı.
-
Solmuşlardı, attım ben de. Sipariş verdim
çiçekçiye getiriyorlar, dedi bıkkınlıkla.
Büyükhanım uzatmadı Allah’tan. “ Tamam tamam “ diyerek onu
gönderdi yerine yani mutfağa. Mühibe hemen kahvesini yaptı. Daha fazla
sinirlendirmeye gelmezdi.
Boğaz’ın suları dingin, nazlı nazlı salınıyordu. Güneş daha
şimdiden havayı ılıtmış, tüm neşesiyle gülümsüyordu. Açık pencerelerden bahar
havası sızmıştı içeri. Pencerenin önündeki ağaçlar çiçek açmış Büyükhanım’a
selama durmuşlardı. O hiç birini fark etmedi.
Dalgın dalgın sokağa bakıyordu. Ne telaş vardı sabahın bu
saatinde! İnsanlar işe yetişmek için hızlı adımlarla, kaldırım taşlarına vura
vura yürüyorlar, çocuklar okula neşe içinde koşuyorlardı. Hele anneler!
Çocuklarını okula bırakıp geri dönme telaşı içinde üzerlerine ne varsa
geçirirler, bir rüküşlük panayırına dönerdi ortalık. Seviyordu sokağı.
Canlıydı. En çok da tam sokağın dönemeç yaptığı noktayı sever, o köşeden aniden
çıkacak sürprizleri tahmin etmeye çalışırdı. Oyun işte! Hayat da bir oyun değil
miydi?
Birden kalbi duracak sandı.
Tam o köşeden, altında şalvar, üzerinde örgü yeşil hırka,
yüzünde verevine sargı olan bir kadın, hoplaya zıplaya giden bir kız çocuğunu
elinden tutarak döndü. Yandan iki at kuyruklu, kâhküllü, beyaz yakalı siyah
önlüklü, okula yeni başlamış olacak kadar küçük bir çocuktu bu. Çocuk
kahkahalar atıyor, annesinin “ dur, yavaş kızım “ sözlerine aldırmadan
hoplamaya devam ediyordu.
-
Mühibeee, koş koş. Çabuk gel.
Mühibe, yılların ağırlığını sürüye sürüye geldi.
-
Kim bu kadın Mühibe? Tanıyor musun?
-
Haa o mu? İki sokak ötede kapıcı bunlar.
Bakkalda karşılaşıyorum bazı bazı. Talihsiz kadın. Kocası yüzünü bıçaklamış
diyorlardı geçen gün.
***
Nimet, o hep önünden geçtiği konaktaki hanımın kendisiyle
görüşmek istediğini duyunca şaşırmıştı. Kızını okula götürürken veya alırken
bazen pencerede otururken görürdü onu. Saat kaç olursa olsun, topuz yapılmış
saçları, mücevherleriyle her an sokağa çıkacak gibi hazır otururdu orada. Ne
istiyordu ki ondan?
Leyla’yı okuldan aldıktan sonra çaldı kapılarını. Leyla hiç
görmediği kadar büyük bu evin ihtişamından, her an kırılacakmış gibi duran
narin, antika mobilyalardan, su damlalarından yapılmış çiçekler gibi asılı
avizelerden çok etkilenmişti. “Sakın bir şeye dokunma “ diye sıkı sıkı tembihlenmişti.
Annesinin hırkasına yapıştı. O yaşlı teyzenin süt ve kurabiye teklifini aç
olmasına rağmen geri çevirdi; annesinin korkusundan.
Beraber çıktılar Büyükhanım’ın yanına. Leyla gözlerini
kocaman açmış, ayrı köşelere dağılmış koltuk takımlarına, sehpalara, sehpaların
üzerindeki biblolara hayretle bakıyordu. Kendi evleri bu salonun bir köşesi
kadar bile yoktu.
-
Adın ne senin? diye sordu Büyükhanım. Biraz sert
mi sormuştu?
-
Nimet efendim, dedi çekinerek.
-
Nimet, burada çalışmak ister misin? Mühibe
yaşlandı artık, yetişemiyor işlere. Ona yardımcı lazım.
Mutfaktan kulak veren Mühibe duyduğuna inanamadı. Son
senelerde artık yapamadığını, kendisine bir yardımcı alınsa iyi olacağını hep
söylemiş ama Büyükhanım kulak ardı etmişti bu dediklerini. Şimdi ne olmuştu da
fikri değişmişti? Her neyse ne, çok sevindi. Eğer Nimet kabul ederse, hafta
sonları izin gününde belki bir gece de kalabilirdi Sultangazi’de oturan
kızında. Torununu koynuna alıp şöyle…
Nimet de inanamadı kulaklarına. Başına devlet kuşu mu
konmuştu? Devamlı içen kocası ona geçen hafta bıçak çektiğinden beri ne
yapacağını düşünüyordu. Sık sık döverdi kocası, ona alışmıştı, ama bıçak
çekmek! O başka bir şeydi. Korku girmişti içine. Bu sefer yüzünde bir yarayla
kurtulmuştu ama bir daha ki sefer? Alkol şişede durduğu gibi durmuyordu ki!
Bir şangırtıyla hepsi birden irkildiler. Leyla annesinin
eteğinden sıyrılmış, az ötedeki sehpanın üzerinde duran porselen kuş bibloyu
eline almıştı. Oynarken elinden kaymış ve biblo kırılıp tuzla buz olmuştu.
Nimet parçalara bakarken birkaç saniye evvelki umutlarının da tuz buz oluşunu
gördü.
-
Ben sana hiçbir şeye dokunmayacaksın demedim mi!
Sesi kapalı dudaklarının arasından tıslayarak çıkıyor,
kırılmış umutlarının öfkesi gözlerinde parlıyordu. Hızla kolundan çekiştirerek
kızı kaldırdı yerden. Leyla ağlamaya başladı. “ Sus be sus, ağlama! “ İyice
sinirlenmişti. Utanç, hayal kırıklığı hepsi birbirine karışmış, bir an önce
buradan gitmek istiyordu. Kaçmak… Onu bekleyen bildik karanlığın içine
sığınmak…
-
Çok… çok özür dilerim Hanımefendi. Biz gidelim.
Hadi Leyla!
-
Nereye gidiyorsun? Daha cevap vermedin
teklifime. Hem çocuk o. Oynayacak da kıracak da.
Büyükhanım Leyla’nın yaşlı gözlerine baktı. Kendi Lale’si
yaşasaydı da böyle kırıp dökebilseydi keşke. Yaşamadı. Yaşayamadı. Soğuk bir
kış sabahında solup gitmişti, daha bir aylıkken. Aynen adı gibi… Büyük aşkla
evlendiği ilk kocası Rıza da bebeğin ölümünden sonra gitmişti evden.
Dayanamamışlardı acıya. Kar örtmüştü hayatındaki en güzel şeyleri. Bahar hep
gelir gibi olmuş ama don yapıp açamamıştı çiçekler. Leyla’yı hayalinde
canlandırdığı kızına benzetmişti. Yüreğindeki buz erimişti görür görmez.
-
Gel bakayım yanıma.
Leyla annesine baktı. Annesi başıyla onaylayınca ürkek
adımlarla Büyükhanım’ın yanına gitti. Büyükhanım yanındaki sehpanın üzerinde
duran gümüş kuş bibloyu aldı, Leyla’ya uzattı.
-
Bununla oynamak ister misin? İstersen senin
olabilir. Ben en çok dışarıdaki gerçek kuşlarla oynamayı seviyorum. Onlarla
şarkı söylüyorum beraber. Sen de söyler misin?
Leyla çekinerek gümüş kuşu eline aldı. Büyükhanım elini
uzattı. Onun buruşmuş, lekeli ellerine elini verip, berjerde ondan kalan
küçücük yere sığdı. Bir kuş ötmeye başladı. Baharı hissetti Büyükhanım.
Çiçekler mis gibi kokuyordu.
27.02.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder