Bu aralar okuyorum habire… Nefessiz, nefes almaya
korkarcasına sarılıyorum kitaplara. Biri biter bitmez, diğerine geçiyorum ara
vermeden. Kitabın bende bıraktığı duyguları, düşünceleri içselleştirmeden
koşuyorum bir dünyadan diğerine. Durmaksızın aksın önümden sahneler ve ben sadece
seyredeyim istiyorum. Film arası da olmasın. Hiç durmasın, hep aksın… Öyle ki
boğulayım içinde; o uğultunun içinde kendi sesim boğuklaşsın; duymayayım istiyorum.
Uzun zamandır gazete de okumuyorum, televizyon da
seyretmiyorum. Kaçınılmaz olarak duyduğum olayların “absürd”lüğü (garipliği,
anlamsızlığı demek yetmiyor artık) karşısında kendimi iyice “absürd “ bir
dünyanın içine hapsolmuş hissediyor, bir çıkış yolu göremiyorum. En son Paris’te
yaşanan Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı sonucu 12 kişinin hayatını
kaybetmesi üzerine bütün dünya ayağa kalkıp terör karşıtı kesilirken, aynı
günlerde Boko Haram örgütünün ardı ardına katliamlar yapması aynı tepkiyi
almıyor. Charlie Hebdo olayı gazetelerde, sosyal medyada manşet manşet kınanırken
Boko Haram’ın katliamları gazete köşelerinde ve bazı duyarlı arkadaşların
sosyal medya ortamlarında yer alıyor sadece. Neden Fransızlar Nijeryalılardan
daha değerli? Bunu aklımın, beynimin, kalbimin hiçbir köşesi almıyor.
Ayırımcılığın dik âlâsını yapıyoruz cümleten.
Aynen Suruç kampındaki IŞİD’den kaçan Kobanili bebekler için
yardım toplarken bazılarının” onlar benim memleketimin insanları değil, bana ne”
dedikleri gibi… Böyle bir cümle duyduğumda dağılıyorum ben. Kayboluyorum, yok
olmak istiyorum. Dini, dili, ırkı, ülkesi farklı da olsa bir bebekten, hayata gelme,
hangi coğrafyaya doğacağı seçimini kendi yapmamış bir bebekten, masumiyetin
simgesi bir bebekten nasıl esirgeyebiliyoruz vicdanımızı? Hiçbir açıklama, hiçbir bahane açıklayamıyor
bunu yüreğime. Yarın belki elinde silah bana karşı duran biri olabilirmiş o
bebek. Öyle diyor bazıları. Evet olabilir, kesinlikle olmaz demiyorum ama bu
olasılık, sadece bir olasılık, onun yaşama hakkını elinden alır mı? Her bu dünyaya gelen insanın yaşama hakkı
olduğu gibi, nerede doğarsa doğsun her bebeğin yaşama, büyüme ve seçimlerini
yapma hakkı vardır bence. Sanki biz insanüstü varlıklarmışız gibi, başka bir
insan hakkında ahkâm kesiyor olmamızı kesinlikle sindirmiyor içim.
Gerçekten bu kadar farklı olsaydık dini, dili, ırkı bizden
farklı yabancı bir yazarın satırlarında kendimizle karşılaşabilir miydik? Başka
bir çağda, toprakta doğmuş bir müzisyenin senfonisinde kaybolup, bir piyanonun
tuşlarında veya bir kemanın tellerinde kendimizi yeniden bulabilir miydik?
Acısını, öfkesini, neşesini, sevincini renkler aracılığıyla tuvale aktaran,
kimliği önemsiz, her hangi bir ressamın tuvalinde aynı duyguların elinden
tutabilir miydik? Hangi toprakta doğarsa doğsun, insanlığın duygularda birleştiğini
yadsıyabilir miyiz?
Hadi bunları bırakalım. Daha basite inelim. Hepimizin aynı
şekilde karnının acıktığını, temel ihtiyaçlarının aynı olduğunu düşünürsek
temelde hepimizin insan olduğu gerçeğini daha net görebiliriz belki. Üzerine
giyindiğimiz elbiseler ayırımı yaratan. Çıkarsak elbiselerimizi. Doğum anındaki
gibi çıplak kalsak. İnsan olduğumuzu ve insanlık etrafında buluşmamız gerektiğini
hatırlasak yeniden. Yoksa her şey çok “absürd”…
Sorun çıplak kaldığımızda (veya kaldığımızı sandığımızda) bile giyinmiş olduğumuz düşünce ve koşullanmalardan öteye gidemediğimizde başlıyor sanki.
YanıtlaSilBen de bu aralar kendimi peşpeşe okumalara verdim. Özellikle daha iyi, ideal, hayali dünyaları bulduğumdan, bu dünyanın gerçekliğinden uzaklaştığımdan değil. Bu gerçekliğe bir alternatif yarattığından ve bunu ben seçebildiğim için, zira yaşadığımız dünyayı seçemez hale geldik ya da daha acısı, bilerek veya bilmeyerek tam da bu dünyayı seçtik. İşte bu acı geliyor.
Sevgiler..