Bazen öyle öyküler okuyorum ki, öykünün cümleleri arasında
kayboluyorum. Yazarın o cümleleri canının hangi kırığından çıkarıp öyle güzel,
öyle delici, öyle ısırgan yazabildiğine şaşırıyorum. Cümleler benim
kırıklarımın arasından sızıyor, yüreğime doluyor, bir noktadan sonra patlıyor
ve yüreğim, beynim içi kırık dolu kanla boyanıyor. Bu kanla kendi cümlelerim
beynimin içinde oluşmaya başlıyor, ağzımın içine doluyor, ellerimin ucuna kadar
geliyor ama tam o noktada pıhtılaşıyor. Ne tükürebiliyorum, ne yazabiliyorum.
Sadece ince bir gözyaşı olarak dökülüyorlar yüreğimden.
Gene öyle bir öykü okudum sabah sabah. Ayşecan Kutay’ın Varlık
Dergisi’nin Kasım 2014 sayısında yayımlanan Seyfi
Bey’in Oğlu adlı öyküsünden bahsediyorum. Bir eşcinselin aşkına yazdığı mektup aslında.
Ne ilgisi olabilir benimle? Oysa daha ilk cümlelerinden yakalıyor beni.
Eşcinsel değilim ama insanım, aynen öyküdeki eşcinselin de insan olması gibi.
“Hırsın küçük bir serçeyeydi. Kırıntılarla karnını doyurabilen küçük bir
serçeyeydi.” diyor daha ilk paragrafında. Kırıntılarla yetinmek, kırıntılarla
karın doyurmaya çalışmak, kırıntılar için dilenmek ne kadar ağırdır, bilmez
miyim? O küçücük, kırılgan serçenin taşıyabileceğinden ağır… O küçük, kırılgan
serçenin kanatlarını kırar bu ağırlık. Uçamaz bu yükten. Gökyüzünün sonsuz
maviliğine hasret, kırık kanatlarıyla yeryüzünde yaşamak zorunda kalır.
“Bas üstüne, geç” demiş yazar. Bas üstüne, ez. Eze eze
yüksel. Sen yeter ki uç, serçeye ne olmuş, kimin umurunda? Kanatları kırık,
uçamaz olmuş kime ne? Serçe görünümlü kartal mı zannedersin de rahatlıkla ezip
geçersin yoksa bir serçe eksilse ne olur ki mi deyip ezersin? Oysa bilir
misiniz ki, siz yükselip uçabilin diye cansız canımdan can verdim, her üzerime
bastığınızda nefessiz kaldım, kırılmış kanatlarımı onarmak için aylarca,
yıllarca çabaladım. Artık o kadar kırık var ki kanatlarımda, uçmayı bıraktım.
“Büyük resmi karşıma koyuyorum. Sadece sen kaplıyorsun.
Tutunmak istiyorum Kenan.” diyor birkaç paragraf sonra. Ben de öyle tutunmuştum
birine birkaç sene evvel. Tırnaklarımı geçirmiştim bu sevdaya. Hayallerimle
kanatlarımı onarmıştım, uçmayı öğrenmiştim yeniden. O başka sevdaya kanat çırpınca
tırnaklarım hayallerimde kaldı. Hayata tutunacak tırnağım kalmadı.
“Hep “sızım” ben. “ Öyle kısa, öz, vurucu bir cümle ki
bu! Sayfalar dolusu yazılabilecek ama yazılamayan, insanın boğazına bir yumruk
gibi oturan bir cümle. Sanki anılar denizine atılmış küçük bir taş, dalga dalga
büyüyen…
Daha bir sürü cümle, beni yakalayan, yakan… Kıskançlık
kaplıyor içimi. Niye kıskanıyorsun kızım? O kırıklarının arasından cümlelerini
okuyabilmiş, okumakla kalmamış yazabilmiş de. Şapka çıkardım. Bense kalemimle,
bir savunma mekanizması olarak kırıklarım arasına ördüğüm yüksek duvarları aşıp
yazamıyorum işte. Onlara dokunursam sanki daha da kesip yok edecekler beni.
Öyle korkuyorum kelimelere dökmekten.
Öykü yaz diyor hocam, roman yaz diyor başkaları. Oysa ben ne
o ne öbürü türünden kurallı, kalıplı bir şey yazmak istemiyorum. Kalıbı kuralı
olan hiçbir şeye sığmak istemiyorum. Mavi gökyüzünde kanat çırpmak istiyorum,
kuralsız, sınırsız. Kırık kanatlarımı iyileştirebilmek istiyorum, yürek
kaslarımı bir daha kimsenin kıramayacağı kadar güçlendirebilmek istiyorum,
kimsenin üzerimden basıp geçmeye cesaret edemeyeceği bir kartal olmak
istiyorum. İstiyorum istemesine de, üzerine basılıp geçilmiş çocuk ruhum
canlanır mı yeniden? Bilmiyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder