O sabah, evden sabahki dersine yetişmek üzere erken
çıkmıştı. Bir gece evvel, komşudan gelen televizyon seslerinin üstüne karısıyla
kavga etmişlerdi. Karısı, evlere yeni yeni giren bu aletten almak istemiş, her
akşam onun çalışma odasına kapanarak ders hazırlamasından sıkıldığını, televizyonun
onun için bir nefes olacağını iddia etmişti. “ Her gün, radyo başında kaç
kişinin öldüğünü dinlemekten bunaldım, televizyonda diziler, filmler oynuyor,
havamız değişir “ demişti. Bir hafta evvel komşuya televizyon seyretmeye
gittiğinden beri devam eden bir tartışmaydı bu. Parası olmadığından değil ama
ülkenin kara günlerden geçtiği, hemen hemen her gün çatışmalarda gençlerin
öldüğü veya yaralandığı, yağ, pirinç gibi ihtiyaçlar için sabahın erken
saatinden itibaren kuyruklara girildiği bu dönemde böyle bir lükse sahip olmayı
doğru bulmadığından itiraz ediyordu. Karısı bu savunmasını asla anlamıyor, “
bizim televizyon almamamız mı memleketi kurtaracak? “ diye karşı savunmasını
yapıyordu. Karısının bu duyarsız hali, onu gittikçe daha da rahatsız ediyordu.
Öyle yetişmişti. Çocukluğu, babaanne ve dedesinin konağında
geçmişti. Bakımlı, kocaman bahçe içindeki, iki katlı, cumbalı konakta komşu
çocukları, çalışanların çocukları ile keyifli bir çocukluğu olmuştu. Babaannesi
müstahdemin çocuklarını kendilerinden ayırmaz, herkese eşit muamele ederdi.
Kendisine bir oyuncak alınırsa onlara da alınırdı. Oyuncağını onlarla paylaşmak
istemediği zaman azarlanırdı. Kendisi de konağın hanımı gibi davranmaz, ev
işlerinde çalışanlara yardım ederdi. Göze batacak hiçbir şey yapmamaya özen
gösterilirdi. Hatta babası, babaannesine Avrupa’dan beyaz bir manto getirmişti.
Çok yakışmıştı babaannesine ama Avrupa işi ve beyaz diye babaannesi onu hiç
sokaklarda giymemişti. Sonunda annesine vermişti mantoyu. Dedesi, konak sahibi
olmalarının onları kimseden ayırmadığını anlatır, namusuyla çalışan herkesin
Allah katında eşit olduğundan bahsederdi. Mahalleli tarafından çok sevilen bir
aileydiler.
Üniversiteye vardığında sağlı sollu kümeleşmiş gençleri
gördü. İçi sıkıldı. Gün gene bir çatışmaya gebeydi. Gençlerin mücadelesini
anlıyor ancak bunun çatışarak, birbirini öldürerek olmayacağına inanıyordu.
Barışçıl bir insandı. Gün be gün ölen veya yaralanan gençleri duydukça içi
kararıyor, hepsi pırıl pırıl olan gençlerin, daha hayatlarının başında
ölmelerine çok üzülüyordu. Derslerinde, öğrencilerine bu çatışmalardan uzak
durmalarını öğütlüyor, okullarını bitirip mesleklerinde başarılı olarak
ülkelerine faydaları olabileceklerini anlatıyordu. Bir koalisyon diğerine
devrilen hükümetlerin politikasından kendisi de haz etmiyordu, hatta zaman
zaman üniversitedeki görevinden istifa etmeyi bile düşünmüştü ama gençleri
bırakmayı göze alamamıştı. Mümkün mertebe rengini belli etmeden, en azından
kendi öğrencilerini çatışmalardan uzak tutmaya çalışıyordu. Okulda çatışmalar
olmasına rağmen ölen olmamıştı.
Öğrencilerinin en başarılısı Ahmet adında bir çocuktu. Ders
aralarında sürekli odasına gelir, kendisine ek ödevler vermesini isterdi. Ahmet
küçük bir kasabadan geliyordu. Babasının bir kırtasiye dükkânı vardı. Okuyup
kasabasına dönecek ve orada bir eczane açacaktı. Şehre okuması için
gönderilmesinin ailesine ne kadar yük olduğunun bilincindeydi. Bir an önce
okulunu bitirmek istiyordu. Bildiği kadarıyla okuldaki siyasi gruplarla da işi
yoktu. Herkese eşit mesafede duruyordu.
İlk dersine girdiğinde sınıfta çok eksik olduğunu fark etti.
Muhtemelen birçoğu dışarıda kümeleşmiş grupların içindeydi. Dersi yapıp yapmama
konusunda tereddüt etti. En ön sırada iştahla kendisine bakan Ahmet’i görünce
dersi yapmaya karar verdi. Burada olan çocukların bir günahı yoktu ki! Ders
ilerlerken dışarıdan sesler gelmeye, karşılıklı sloganlar atılmaya başladı. İlk
başlarda sloganlar atıp dağılırlar ümidiyle derse devam etti. Sesler gittikçe
yükselmeye, arada güvenlik güçlerinin “ dağılın “ anonsları gelmeye başladı.
Sınıftaki öğrencilerin de dikkati dağılmıştı. Hepsinin yüzlerine korku hâkim
olmuştu. Dersi kesti.
Öğrencilerine çatışma bitinceye kadar binadan çıkmamalarını
öğütledi. Hepsine kendi odasında toplanmalarını söyledi. Dışarıda durum nedir
diye bakıp odaya döndüğünde öğrencilerin arasında Ahmet’in olmadığını gördü.
Onu aramak üzere binayı dolaştı, bulamadı. İsteksizce dışarı çıktı. Dışarıda
sağcılar, solcular, güvenlik görevleri birbirine girmiş, sopalar, coplar havada
uçuşuyordu. Kalbine bir ağrı saplanmışçasına sendeledi. Bir anlığına Ahmet’i
görür gibi oldu. Sonra kaybetti. Kalabalığın içinde havaya kalmış bir sopa bir
kıza vurmak üzereydi. Sopa kimin elindeydi göremedi. Ahmet’i tekrar gördüğünde
elinde sopa olan çocukla boğuşuyordu. Kızı arkasına almış, sopalı çocuğun
bileğini tutmuştu. Bir grup Ahmet’e doğru ilerlerken, mahşere dönmüş alanda,
tüm gürültünün de üstünde bir ses bıçak gibi kesti gökyüzünü. Ağaçlardaki
kuşlar telaş içinde havalandı. Bir anda herkes dondu kaldı. Kalabalık ayrıldı.
Sesin geldiği yöne doğru koştu. Yerde kanlar içinde,
kendisine bakarmış gibi gözleri açık kalmış Ahmet’i gördü. Bir kızı, muhtemelen
sevdiği kızı, kurtarmak için kendini
feda etmiş Ahmet’i. Her zaman cin gibi bakan kara gözlerini… Etrafına baktı;
herkes kaçışmıştı. Koruduğu kız bile ortada yoktu. Korkaklar diye geçti
beyninden. İçinden öfkeyle yükselen haykırışa engel olamadı. Artık sessizliğin hâkim
olduğu alanda çınladı haykırışı. Kuşlar yeniden havalandı.
Öfkenin boğazına düğümlediği yaşlarla, sendeleyerek yürümeye
başladı. Nereye gittiğinin farkında değildi. Sadece yürüyordu. Odasındaki
öğrencileri unutmuştu. Gözünün önünde sadece Ahmet’in kendisine bakan gözleri
ve kulağını yırtan o silah sesi vardı. Yolda insanlara çarparak yürüyordu.
“Deli misin adam, önüne baksana “ dedi bir tanesi. Duymadı. Her şey anlamını
yitirmişti. Geleceğe umutla bakan, günahsız bir genci ölümden uzak tutamamıştı.
Hele o kız! Ahmet’in ölümüne sevdiği, onun için kendisini, ailesinin umutlarını
feda ettiği o kız. O kız Ahmet’in başında durmamış, kaçıp gitmişti hemen.
Hiçbir şeyin anlamı yoktu. Sevginin, aşkın bile…
Ayakları onu eve sürükledi. Karısı kapıyı açınca, onun deli,
boş bakan gözleri karşısında şaşırdı. “ Ne oldu? “ sorusuna cevap alamadı.
Üsteledi. Sadece, yüzünde acı bir ifadeyle boş boş baktı karısına. Direk
odasına gitti, üstü başıyla yattı. Uyandığında akşam karanlığı çökmüştü. Karısı
sofrayı kurmuş, onu bekliyordu. Hemen gidip radyoyu açtı. Yan evden şarkılı,
türkülü televizyon sesi geliyordu. Ajansta “ Bu gün Eczacılık Fakültesi’nde
çıkan çatışmada Ahmet Barış isimli bir genç öldü. Hangi örgüte bağlı olduğu
bilinmiyor “ diye bir kısacık bir haber geçti. Karısı dehşet içinde “iyi sana
bir şey olmamış” dedi sadece. Karısına baktı, ölen çocuk için bir şey
söylemesini bekledi. Söylemedi. Herkes gibi o da başını kuma gömmüştü.
Boğulacak gibi hissetti.
Aniden sofradan kalktı. Portmantoda asılı ceketini giyip
dışarı fırladı. O evde daha fazla kalamazdı. Arkasından karısının “ nereye
gidiyorsun? “ diye bağırışını duydu. Umursamadı. Deniz kenarına gitti. Nefes
almaya çalıştı. O an, o sahne kafasının içine pençeleri ile sımsıkı tutunmuş, bir
an bile aklından çıkmıyordu. Sahneye eşlik eden ses, bir uğultu halinde
beyninin kıvrımları arasına yerleşmiş, dışarıdan gelen başka her hangi bir sese
karşı duvar oluşturmuştu. Cebinde biraz parası olduğunu fark etti. Yakınlardaki
bir yerden şarap aldı. Kulağından o sesin gitmesi umuduyla bir şişe şarabı,
nefes almadan bir dikişte bitirdi. Orada sızdı kaldı.
Sabah ayazı ve güneşin ilk ışıkları ile uyandığında keskin
baş ağrısını hissetti ilk önce. Gayriihtiyari eve doğru yürümeye başladı. Eve
yaklaştıkça, oraya gitmek istemediğini fark etti. Yarı yolda yönünü değiştirdi
ve üniversiteye doğru yürümeye başladı. Okula geldiğinde, dün hiçbir şey
olmamış gibi öğrencilerin toplaşmaya başladığını gördü. Ölenler öldüğü ile kalıyor, devran gene
bildiği gibi dönüyordu. Okulu uzaktan kesebileceği bir duvar dibine çöktü.
Boğazında düğümlenen yaşlara daha fazla engel olamadı. Hıçkıra hıçkıra ağladı,
içindeki keder hafiflemedi.
Duvar dibinde epeyce kaldı. Dizlerinde derman kalmayınca,
gene deniz kıyısına döndü. Akşam olunca gene bir şişe şarap alıp, bu sefer
kıyıya bağlanmış bir kayığı kendine mesken edinip orada içip, uyudu. Bu düzen aylaca devam etti. Her sabah okulu gözetlediği duvar dibine gidiyor,
yorulunca kayığına dönüyordu. İşini, karısını hiç düşünmüyordu. Varsa yoksa
Ahmet’in ona bakan gözleri, gökyüzünü yırtan silah sesi vardı. Bunlardan
kurtulmaya çalışmaktan vazgeçmişti. Ahmet’in görüntüsünü unutursa ona bir daha
ihanet edecekmiş hissiyle daha da sıkı yapışmıştı bu görüntüye.
Bir sabah duvar dibinde okulu gözetlerken, Ahmet’in uğruna
öldüğü kızı, bir erkekle el ele okula doğru yürürken gördü. Kız gülüyordu.
Gülüyordu! Gülebiliyordu… Olduğu yerden fırlayıp kızın üstüne yürümek istedi.
Onu sarsmak, kendine getirmek, yaşamın bu kadar ucuz olmadığını hatırlatmak…
Saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı kirlenmiş bir adamı bir kızın
peşinden gider görünce, çevresini birden birkaç genç sardı. “ Serseri, sen ne
yaptığını sanıyorsun? “ diyerek onu dövmeye başladılar. Kendini korumaya
çalışmadı. Sadece “ asıl siz, ne
yaptığınızı biliyor musunuz? “ diye soruyordu durmadan.
Onu hırpalayıp bırakmışlardı olduğu yerde. Onlar gidince
ayağa kalktı. Bir daha buraya da gelmeyecekti. Gördüğü ihanete bir daha
katlanamazdı. Sallanarak uzaklaştı oradan. Bir cami çıktı karşısına. Dedesinin
ona Allah katında herkesin eşit olduğunu anlattığını hatırladı. Gerçekten eşit
miydi herkes? Ahmet’in ölmek için ne gibi bir nedeni vardı? Sevmişti sadece,
çok sevmişti. Bir cevap bulmak umuduyla caminin soğuk duvarına yaslandı. İyice
yükselmiş güneş gözlerini aldı. Cami avlusunun serinliğinde oynayan çocuklara
bir pus perdesinin ardından baktı. Ahmet’in kendisine bakan gözlerinde oynayan
çocukları gördü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder