KİTAP YORUMLARI

ÖYKÜ

6 DAKİKA

24 Kasım 2014 Pazartesi

BİR HAYALLE BAŞLAR HER ŞEY

Seneler içinde yavaş yavaş gelen, Gezi’yle birlikte inanılmaz bir ivme kazanan gariplikler ülkesinde yaşıyoruz. Gazlar, TOMA’lar, ayakkabı kutuları, telekinezi, trafoya kaçan kediler, Soma, Kobani, Validebağ, Ermenek, Yırca falan derken Küba’da camiden tutun da Amerika’nın keşfine kadar geldi bu akıl dışı olayların seyri. CHP milletvekili Sedef Küçük’ün bir meclis konuşmasında dediği gibi “ neresinden tutsak elimizde kalan “ bir ülke haline dönüştü. Duracağı, normalleşeceği falan da yok. Kim bilir daha neler duyacak kulaklarımız? Uğruna bu kadar ölümün olduğu, insanların gece gündüz demeden başında durarak engellemeye çalıştığı Topçu Kışlası/ AVM yeniden yapılmaya çalışılıyor mesela. İnanılır gibi değil. El mi yaman bey mi yaman kokusu seziyorum ben burada. Bir film senaryosu içindeyiz desem korku mu, gerilim mi, komedi mi, kara mizah mı, fantastik mi bilemeyeceğim bir tür film bu. Tiyatro dilinde konuşursak da trajedi ile vodvil arasında gidip gelen, henüz yeryüzünde adı konmamış bir tür oyun bu. Şaka gibi.

Dün, sınıf arkadaşım Petek’in organizasyonu ile Oy ve Ötesi’nin genç yöneticileri ile tanıştık. Gezi olaylarından sonra yaşanan şaibeli seçimin ardından, vatandaşın görevinin sadece oy vermek değil aynı zamanda oyuna sahip çıkmak da olduğunu düşünerek okul arkadaşları ve ailesinden oluşan sekiz kişi ile yola çıkılıp, bu gün elli binlere ulaşan üye ve gönüllü sayısına ulaşmış bir dernek bu. Biri 83 diğeri 87 doğumlu bu iki genç, işlerini üçlerini bırakarak tam zamanlı bu konuya odaklanmışlar. Aralık 2013’de faaliyete geçen bu oluşum Nisan 2014’de dernek statüsüne kavuşmuş. Mart seçimlerinde sadece İstanbul sandıklarında görevli yerleştirebilirken, Ağustos’taki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 6 ili kapsama alanlarına alabilmişler. 2015 seçimleri için kapsama alanlarını daha da büyütmeyi hedefliyorlar. Görünen o ki isimlerinin “oy “ kısmını güzel oturtmuşlar. Bundan sonra  “Ötesi” kısmında faaliyet göstermeyi planlıyorlar.

Kendilerini partiler üstü, tarafsız ve bağımsız tanımlıyorlar. Her siyasi partiye eşit mesafede duruyorlar. Siyaset bizim işimiz değil, biz sadece bir STK’yız diyorlar. Dernekleşinceye kadar kendi birikimlerini kullanarak yol alan bu kuruluş, dernek olduktan sonra dernek üyelerinden topladıkları yıllık 120 TL ve bağışlarla kendilerini finanse ediyorlar. Yapmak istediklerini göz önüne alırsak, daha çok finansal ve insan kaynağına gereksinimleri olduğu açık. Onları tanımak ve neler yaptıklarını, yapacaklarını öğrenmek isterseniz, davet etmeniz halinde, gelip size kendilerini anlatıyorlar ve sizin de fikirlerinizi öğrenmek için can atıyorlar.

Bence çok mantıklı bir yaklaşımları var. Her şeye müdahil olmuyorlar. “ Tek hedefe odaklanmak ve o konuyu başarmak lazım “ diyorlar ki, onların ilk hedefi de seçim sandıkları olmuş. Başarılı olmaları ve güvenilirlik kazanmaları da bundan. Adım adım gitmek istiyorlar. Ellerindeki sınırlı kaynağı tek noktaya doğru atışla verimli kullanmak istiyorlar. Hangi görüşten olursa olsun, aynı değerler etrafında birleşmiş gönüllüler bu isim etrafında buluşuyor. “Bizler onlar şeklinde değil, hep beraber bir arada yaşamanın yolunu bulmalıyız “ diyorlar.

Ben şahsen, bu gençlerin, hani apolitik dediğimiz gençlerin, yaşamlarından, kazançlarından feda ederek, bu ülke adına bir şey yapmak için yola çıkmalarından, doğru ve akılcı bir yaklaşımla, kısa sürede ciddi yol almış olmalarından, onu da yapacağız bunu da yapacağız gibi afaki hayallerle değil, ayağı yere basan hedeflere odaklanmalarından çok etkilendim. Zaman içinde daha da büyüyerek gündemlerine aldıkları konularda başarı sağlayacaklarından eminim.

Bu genç arkadaşlardan kendimize çıkaracağımız ders de şu ki; sadece söylenerek, her milli bayramda sosyal medya ortamını Atatürk resimleriyle donatarak, imza kampanyalarına imzalar atarak çok fazla bir şey yapmıyoruz. Yapılması gereken; her neye en çok ilgi duyuyorsak, bu çocuk hakları olur, hayvan hakları olur, kadına şiddet olur, çevre olur, özetle ilgilendiğimiz her hangi bir konu olabilir, o konuda fiilen aktif görev alarak, dağılmadan, enerjimizi tek konuya yoğunlaştırarak o konuda bir farklılık yaratmaya çalışmak. Gençlerin deyimiyle enerjilerimizi “mobilize “ etmemiz gerekiyor. Ha edemiyor muyuz, en azından faaliyetlerine inandığımız derneklere üye olarak ve aidatlarımızı ödeyerek, finansal kaynaklarına yardımcı olmak ve oturduğumuz yerden yapabileceğimiz iletişim konusunda destek vermek.

Ben bu gençleri tanımaktan çok mutluluk duydum. Gerçeklik duygumu yitirmiş, olaylarla da ilgilenmeden kös kös otururken, bir yerlerde yitirdiğim enerji ve umudumu yeniden kazanmama sebep oldular. Ben hemen üye oldum ve 30 Kasım’da düzenledikleri koşuya, koşmasam da orada olarak destek vereceğim. Daha detaylı bilgi isterseniz http://oyveotesi.org/ den girip inceleyebilirsiniz.
Bu genç arkadaşların yaptıklarını çok önemsiyorum ve kendilerine teşekkür ediyorum.



16 Kasım 2014 Pazar

HAYALLERE BİLET

Daha iki gün oldu biletimi alalı. İnsan altı ay sonrasına bilet alır mı bilmiyorum ama ben aldım. Burayı devreder devretmez, hanımla bir tren yolculuğu yapacağız. Hem de yataklıda. Ankara üstünden Adana’ya gidelim dedik. Hiç görmemişiz oraları. Nereyi gördük ki? Hep içimdedir Atamızı ziyaret etmek. Ona da duamızı okuyacağız kısmetse. Bir de Eskişehir güzelmiş diyorlar. Başka seferde oraya gideriz inşallah.

Dün sabah işe geldiğimde, baktım diğer esnaf toplaşmışlar bir kenarda hararetli hararetli konuşuyorlar. Eller kollar havada “olmaz böyle şey”, “yapılır mı bu bize?”, “ne olacak şimdi?”ler havada uçuşuyor. Meraklandım. Yanlarına gittim.

-       Ne oluyor arkadaşlar? Nedir bu telaş?
-       Haberin yok mu? Dün gece haberlerde söylediler.
-       Ne söylediler? Dinlemedim haberleri.
-       Bu istasyonu kapatacaklarmış. AVM yapılacakmış buraya. İhaleye açmışlar.
-       Nasıl yani? Burası kapanırsa trenlerin kalkacağı başka istasyon yok ki!
-       Çok iş yapmıyormuş burası. Trenleri de kaldıracaklarmış.
Koşa koşa istasyon amirinin yanına gittim.
-       Doğru mu haberler Hasan Bey?
-       Doğru, bana da tebligat dün geldi. Sizlerle bu gün paylaşacaktım haberi.
-       Nasıl olur? Ne olacak şimdi benim bilet?
-       Ne bileti?
-       Bilet almıştım ben altı ay sonrasına daha dün.
-       İade ederiz parasını, merak etme sen.
-       Ama ben…

Hasan Bey’in telefonu çaldı. Benim istediğim para değildi ki! Hayallerime ne olacaktı? Onları kim geri verecekti bana?.. Ya geçmişim?

Neredeyse kendimi bildim bileli bu istasyonun köşesinde gazete bayiliği yaparım. Bugüne kadar hiç nasip olmadı trene binip bir yere gitmek. İnsan yıllarca bir yerlerden gelip bir yerlere gidenleri görünce merak ediyor. Özeniyor. Babamdan kaldı bu iş bana. Çocukluk yıllarımda hafta sonları ve tatil günlerinde babama yardım ederek başladım. Liseyi de bitirince (üniversite falan bilmezdik o zamanlar) hazır kurulu düzen, fazla kafayı yormadan babamdan devraldım bu işi. Babam da burnunda tüten köyüne geri döndü mutlulukla.

Tren istasyonunun kendine has bir ritmi vardır. Hiç bitmeyen bir telaş rüzgârı eser durmadan. Yetişme derdinde koşturur insanlar. Önümden akan bu insan selinin içine benim de ruhum karışır ister istemez. Gözyaşları içinde birbirinden ayrılanları görünce üzülür, sevinçle kavuşanlarla sevinirim. Neler görmedi ki bu göz? Dile kolay elli yılım geçti burada. Elli yıl içinde idareler değişti, insanlar değişti, kılık kıyafetler değişti ama telaş hiç bitmedi. Hep bir yerden bir yere koşturma içinde geçti hayatlar; bir ben durdum olduğum yerde, hareketsiz. Kulübenin yeri bile değişmedi istasyonun içinde. Mesela şu karşı köşede bir pastane vardı yıllar evvel. İçinde kadife koltukları ile şık bir yerdi. Dışına birkaç tane tonet sandalye atmıştı. Tonet sandalyeyi bildiğimden değil. Oranın sahibi böbürlenerek anlatmıştı bana “birkaç tonet sandalyede attım mı dışarı, tam zenginlere göre olur. “ O zaman sormuştum “tonet sandalye ne? “ diye de, anlatmıştı. Arkası kavisli, oturak yeri hasır, ince ayaklı sandalyelermiş. Çok modaymış; Fransa’daki tüm pastane, lokantalar onlardan kullanıyormuş. Sosyete işiymiş yani. Allahın sandalyesi işte! Kıçını koyacağın yer, tövbe tövbe.  Hala gülerim ama aklımda da kalmış tonet sandalye. Neyse lafı uzatmayayım. Gerçekten şık, yakası kürklü paltolu, şapkalı zarif hanımlar, jilet gibi takım elbiseli beyefendiler gelirdi o pastaneye. O zamanlar bu kadar acelesi yoktu insanların. Tren vaktinden epey önce gelir, orada çay, kahve içerek kalkış saatini beklerlerdi. Sanki daha çok mu daha mı büyük bavulları olurdu insanların o zamanlar? Şimdi hap kadar çantalar taşıyorlar. Bavullar mı küçüldü, insanlar mı? Neyse. Bir zaman çok iş yaptı ama sonra kapandı. Aynı yer sonra şekerci oldu, lokum satardı hediyelik. Lokum götürmenin modası geçince onun da işi bitti. Tost, çay satan bir kafe oldu kısa bir süre. Şimdi ise hamburgerci orası. Gençler geliyor artık. Uzun saçlı, kulakları küpeli gençler. Yanlış anlamayın, erkek bunlar. Neredeyse her şey tersine döndü. Erkeklerin saçları uzadı, kızların ki ise kısacık. Ne bileyim, alışamadım ben bunlara. Erkek dediğin saç, sakal traşı yerinde olur. Benim oğlan da bir ara uzun saç modasına heveslenip saçlarını uzattıydı ama patlatıverdim bir tane “ne o öle karı gibi” diyerek. Biraz direndi, kesti sonunda. Neyse.

Benim hayatımda da oldu ufak tefek değişiklikler. İlk yıllarda öyle satılacak çok gazete, dergi yok; ek iş olsun diye kartpostal, oyuncak, hediyelik eşya da satardık. Çok turist de vardı o zamanlar. Bende lisan yok ama öğrendim tabii birkaç kelime. Sayıları öğrendim önce, fiyatı söylemek için. Bir de yes, no öğrendim. Hav maç dediler mi hemen bastırıyordum cevabı. İçinde hav maç geçmeyen bir şey dediler mi nooo diyordum. Ne soruyorlarsa artık. El, kol anlaşıyorduk valla. Gazeteler, dergiler arttıkça hediyelik işinden çıktım. Babamda gitmişti o aralar. Uğraşamıyordum hepsiyle. Gazeteler kupon işine girdi. Ne uğraştırdı beni şu kupon işi! Kadınlar gelir, dünün, evvelsi günün gazetesini sorarlardı. Yok kardeşim demekten dilimde tüy bitti. Kimisi ağlamaklı olurdu, nereden bulacağım ben eksik kuponları diye. Hey gidi günler! Başlarda Ses, Hayat, Hey dergileri varken kadın dergisi, erkek dergisi, yok araba dergisi yok sanat dergisi derken dergiler de çeşitlendi. Her bir konuya ayrı dergi. Hiç kazandılar mı bilmiyorum. Satmazdı çok onlar. Varsa yoksa magazinler, bir de içi çıplak kadın resimleri olan erkek dergileri. Sonra onlarda poşete girdi ya. Ne fark edecekse! Adamın kafasını da poşete sokamazsın ki! Oyuncakları bırakıp kitap da koydum bir süre ama satmadı, vazgeçtim.

Şimdilerde azaldı istasyonun müşterisi. Uçakla ya da otobüsle yolculuk ediyor çoğunluk. Zaten uçak fiyatları otobüs fiyatı oldu. Acelesi olanın işi ne trende? Tren artık keyif işi. Gezmek için, göre göre gezmek için biniyor insanlar. Bir de uçaktan korkanlar. Ben de korkardım ne yalan söyleyeyim. Ayağım yerde olacak. Biz de tıngır mıngır geze geze gideceğiz inşallah. Biletimi çıkarıp gözümün önüne koydum. Akşam hanıma gösterince ne sevindi. Hiç tatile götüremedim onu. Hep çalıştık yıllar boyunca.

Bakın bakın, geliyor istasyonun delisi. Bu adam yıllardır, elinde bavulu,  aynı saatte gelir, istasyonun artık çalışmayan kocaman eski saatine gözünü diker durur. Yaklaşık bir on beş dakika dikilir orada, sonra kafasını sallar gider. Bir kere dayanamadım, koştum yanına sordum “ne bekliyorsunuz? “ diye. “Kaçtı tren “ dedi ve gitti. Nedir, kimdir, ne derdi vardır bilmiyorum. Deli herhalde.

Şu ileride sevgilisine sarılmış kız var ya, hani mavi kazaklı. Üç kere daha sarılacaklar sonra kız gelip benden bir magazin dergisi alacak gözünde yaşlarla. Şimdi ben bunun sevdasına nasıl inanayım? O dergilerde kimin eli kimin cebinde belli değil. Aynı kız sürekli başka erkeklerle ya da aynı erkek başka başka kızlarla. Aklım almıyor. Ha nereden mi biliyorum? Ben de karıştırıyorum tabii arada. Kızlar güzel yani. Güzele bakmak sevaptır demiş atalarımız. Valla kötü niyet yok.

Böyle böyle günü geçiriyordum işte. Ona bak, buna bak derken akşam oluyor, evime gidiyordum. Evvelsi akşam giderken biletin yanına bir küçük biraz da balık almıştım. Bir keyif yapalım hanımla diye. Emektar teybe bir Orhan Abi kaseti de koymuştuk, değmeyin keyfimize kıvamında bir akşamdı işte. Sonra?.. Sonrası bu!






14 Kasım 2014 Cuma

GÖNÜL ABLA

Sevgili Gönül Abla,

Gene geldi o mektuplardan bir tane. Hani ne desen boş, öyle desen olmaz, böyle desen olmaz mektuplardan. Bir şey danıştığı da yok zaten. İçini dökmüş sadece yanık yanık. Ablam, yazan bir eşcinsel. Seneler evvel bana anlatmış derdini, ben de git ailenle açık açık konuş demişim. O da gitmiş konuşmuş. Ondan sonra perişan olmuş hayatı zavallının. Ben ne bileyim? Zaten pek sevmem eşcinselleri, başımdan savmak için yazmışım herhalde. Hatırlamıyorum ki! Bana kalsa hiç cevap yazmayacağım ama gazete seviyor böyle alengirli konuları. Arada sırada böyle mektupları koymamı istiyor ya, ben de cevaplamışım işte öylesine. Buram buram yalnızlık kokan bir mektup. Bana değil de kendisine yazmış gibi. Dedim ya bir sorusu da yok. Öyle bir dağladı ki mektup beni. Hep eşcinsel diye dışlamışım, ilk defa insan diye baktım ablam. Ne ağır geldi bir bilsen.

Bilirsin ablam, bu iş göründüğü kadar kolay değildir. Kendi düşüncen ne olursa olsun herkese eşit mesafede durman lazım, farklı da düşünsen yuvarlak bir cevapla geçiştirmen lazım, ne kadar aptalca da olsa ona aptalsın demeden akıl vermen lazım falan. Zor iş yani. Yoruyor insanı. Bazen öyle bunalıyorum ki! Herkeste bir dert bir dert, her gün yüzlerce mektup geliyor. Sanki bende dert yok. Hangi birini okuyacağımı, hangisine cevap vereceğimi şaşırıyorum bazen. El mecbur yapıyorum ablam, ekmek parası…

Bazen “öpüştük, hamile kalır mıyım? “ diye cahilce sorular gelmiyor mu, deliriyorum. Bu konuları yaza yaza bir hal oldum. Okumuyorlar mı anlamıyorlar mı, bilmiyorum. Bak Haydar Abi ne güzel yapıyor. Böyle aptalca sorular geldi mi dalga geçiyor bir güzel yazanla. Adama deli meli diyorlar ama umuru değil. Sıkmıyor kendini. Ben öyle miyim? Aklı başında, hanımefendi, her konuda bilgili bir imaj yaratmışım kendime. Dalga geçsem olmaz, kızım salak mısın desem olmaz. Boğuluyorum bu imajın altında ablam.

Beni en çok acıtan kocalarının genç sevgilileri olduğunu bilen ama ne yapacaklarını bilemeyen kadınların mektupları. “Geçici hevestir, sabredin. Düzenlerini kolay kolay bozmazlar, çocuklarının annelerini boşamazlar” diyorum demesine de öyle bir boşarlar ki! Bilmez miyim? Bak benimkine, nasıl da boşayıverdi beni genç sevgiliyi bulunca. Çocuk mocuk dinlemedi, iki çocukla bırakıverdi beni sokak ortasında. Ne para verdi ne pul. Yalandan iki kuruşluk nafaka işte.

Üniversitede tanımıştım kocamı. Ben üniversiteye girdiğimde onun son senesiydi. O askerliğini yapıp bir işe girince hemen evlendik. Babam ben küçükken öldüğü için, annem pek hevesliydi beni evlendirmeye. Kocam da okulumu bitirteceğine söz vermişti ama nerdee? Evlenir evlenmez hamile kalınca mecburen bıraktım okulu. Birkaç sene sonra da ikinci oldu. Kaldım evde, çocuk baktım. Büyük okula başlayınca, küçükte yuvada, sıkılmaya başladım. Ne yapsam ne etsem derken yerel bir gazetenin yazı işlerinde çalışan bir arkadaşım” büyük bir gazetede Güzin Abla diye bir köşe var. Biz de Gönül Abla yapmak istiyoruz, yapar mısın? “ dedi. Terk merk de olsam gazetecilik okumuşum ya, arkadaşımın aklına gelmişim. Evden de yapabileceğim bir iş, kabul ettim. Böyle başladı seninle maceramız Gönül Abla.

Zaman geçti. Kocam çalıştığı özel şirkette yükselip müdür oldu. Toplantılar, iş seyahatleri çoğalmaya başladı. Adamın yüzünü gören yok. Kendine de çok iyi bakmaya başladı. Kilosuna dikkat ediyor, daha renkli kravatlar alıyor falan. Hayırdır dediğimde de “ ee, müdür oldum ya, daha özenli olmam lazım “ diyordu. Eve sessiz telefonlar gelmeye başlamıştı. “Sapıklar arttı “ diye geçiştiriyordu ama bir gece birisine telefonda “ arama burayı demedim mi sana? Her şeyin zamanı var. Konuşacağım zamanı gelince “ dediğini duydum kısık sesle. İşkillendim ama sustum. Bir sonraki seyahatinde işini aradım. Hangi otelde kaldığını unuttuğumu söyleyerek otelin adını istedim. “Seyahatte değil ki” dediler. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü ablam. Hani aslında hep bilirsin ama bir yanında yanılmış olmak ister ya öyleymiş benim durumumda. Artık yanılacak bir yan yoktu. Yığılıp kalmışım koltuğa. İlk düşüncem çocukları da alıp gitmek oldu. Nereye gidecektim ki? Annem asla kabul etmezdi bizi. Ona göre kadın bir kere evlenir, sefaysa da cefaysa da çekerdi. Allah nasıl yazdıysa artık. Mecburen sustum ablam. O bilerek susmak var ya, ölüm… Hele ayda, yılda bir kocalık vazifesini yapmaya kalktığında dokunduğu her yer sanki bir bıçak yarası… Kadını da buldum ablam. İş yaptıkları bir şirkette çalışan satış görevlisi bir kız. Genç, güzelce bir şey. Tabii doğum falan yapmamış, her yeri diri. Bende iki çocuktan sonra vücut mu kalmış !

Bunları yaşarken ablam, mektuplar gelmeye devam ediyor. Evli adamlarla ilişkide olan genç kızlar yazıyorlar. “ Birbirimizi şöyle seviyoruz, böyle seviyoruz ama boşanmıyor bir türlü. Ne yapmalıyım? “ diye soruyorlar. Her bir mektubu ince ince okuyorum, acaba benimkinin sevgilisi midir birisi diye. Onunki olduğunu anlasam zehir zemberek bir cevap yazacağım ama anlayamadım tabii. Kız da biliyordur herhalde bu işi yaptığımı yazmamıştır ama ben gene de “ gençsin, güzelsin. Evli, çoluklu çocuklu adamla ne işin var? Hayatını heba etme, yuva da yıkma. Ayrıl adamdan, kendine yeni bir yol çiz “ diye cevap yazdım her birine. Hani bir umut…

Umutlarım boşa çıktı. Bir gün eve mahkeme kağıdı geldi. Boşanma davası açmış benimki. Ben seyahate gitti diye biliyorum ama meğerse çıkmış evden. Gelmedi bir daha geri. Uğraştırdım biraz mahkemede boşanmayacağım diye ama yoruldum sonunda ablam. Bıraktım ben de. Boşandık. Annem de küstü bana boşandım diye. “Pes etmeyeydin zor boşardı seni. Elin kadınına gümüş tepside verdin kocanı. Kal bakalım bir başına. Tek başına hayat kolay mı zor mu, anla bi. Ben size bakamam.” dedi ve gitti ablam. Benimle asla konuşmuyor ama bayram seyranda torunlarını gönderirim ona. Oturduğumuz ev kiraydı. Kirayı da ödemedi koca. Çıkardı ev sahibi bizi evden. İki göz bir ev buldum daha ucuz mahallelerden. Bu Gönül Abla köşesinden biraz para kazanıyorum. Ne ben ne çocuklar bir daha yüzünü görmedik ama Allah’tan mahkemenin bağladığı iki kuruş nafakayı ödüyor. ( Otomatiğe bağlamış herhalde, her ay aynı gün geliyor para) Üç baş geçinip gidiyoruz işte ablam. Duydum ki evlenmiş kızla, ondan da çocuğu olmuş pezevengin.

İnsan kendi kendine mektup yazar mı? Yazmaz herhalde ama ben Gönül Abla olduğumdan beri iki kişilikle yaşıyorum. Adımın Ayşe olduğunu bile unutuyorum bazen. Gönül Abla kimliği yoruyor beni. Kendi derdimi anlatacak kimse bulmazken, insanların derdine çare olmaya çalışıyorum. İnsanlar da benim kadar yalnız mı ablam? Neden yazsınlar ki hiç tanımadıkları birine yoksa? Herkes yalnız, herkes çaresiz.  Gönül Abla kimliğinde ben de oyun oynuyorum aslında hayatla.

Bu gün o eşcinsel kardeşimden gelen, yalnızlık dolu mektubu okuyunca sanki beni yazıyor gibi geldi. Ne kadar garip değil mi? İnsan olma noktasında birleşiyormuş duygular. Mektubu okurken gözyaşlarım akmış, fark etmemişim. Bir Zikriye Abla anlatmış ki, kıskanmadım desem yalan olur. Ben de istedim onun göğsüne yatmayı, bana eliyle pişirdiği tarhana çorbasından içmeyi. Bir çorba bile pişirenim olmadığını fark etmek bağrımı dağladı ablam. Ben de sana döndüm. Başka kimim var ki?

Ayşe Yorulmaz







6 Kasım 2014 Perşembe

VE KUŞLAR HAVALANDI

O sabah, evden sabahki dersine yetişmek üzere erken çıkmıştı. Bir gece evvel, komşudan gelen televizyon seslerinin üstüne karısıyla kavga etmişlerdi. Karısı, evlere yeni yeni giren bu aletten almak istemiş, her akşam onun çalışma odasına kapanarak ders hazırlamasından sıkıldığını, televizyonun onun için bir nefes olacağını iddia etmişti. “ Her gün, radyo başında kaç kişinin öldüğünü dinlemekten bunaldım, televizyonda diziler, filmler oynuyor, havamız değişir “ demişti. Bir hafta evvel komşuya televizyon seyretmeye gittiğinden beri devam eden bir tartışmaydı bu. Parası olmadığından değil ama ülkenin kara günlerden geçtiği, hemen hemen her gün çatışmalarda gençlerin öldüğü veya yaralandığı, yağ, pirinç gibi ihtiyaçlar için sabahın erken saatinden itibaren kuyruklara girildiği bu dönemde böyle bir lükse sahip olmayı doğru bulmadığından itiraz ediyordu. Karısı bu savunmasını asla anlamıyor, “ bizim televizyon almamamız mı memleketi kurtaracak? “ diye karşı savunmasını yapıyordu. Karısının bu duyarsız hali, onu gittikçe daha da rahatsız ediyordu.

Öyle yetişmişti. Çocukluğu, babaanne ve dedesinin konağında geçmişti. Bakımlı, kocaman bahçe içindeki, iki katlı, cumbalı konakta komşu çocukları, çalışanların çocukları ile keyifli bir çocukluğu olmuştu. Babaannesi müstahdemin çocuklarını kendilerinden ayırmaz, herkese eşit muamele ederdi. Kendisine bir oyuncak alınırsa onlara da alınırdı. Oyuncağını onlarla paylaşmak istemediği zaman azarlanırdı. Kendisi de konağın hanımı gibi davranmaz, ev işlerinde çalışanlara yardım ederdi. Göze batacak hiçbir şey yapmamaya özen gösterilirdi. Hatta babası, babaannesine Avrupa’dan beyaz bir manto getirmişti. Çok yakışmıştı babaannesine ama Avrupa işi ve beyaz diye babaannesi onu hiç sokaklarda giymemişti. Sonunda annesine vermişti mantoyu. Dedesi, konak sahibi olmalarının onları kimseden ayırmadığını anlatır, namusuyla çalışan herkesin Allah katında eşit olduğundan bahsederdi. Mahalleli tarafından çok sevilen bir aileydiler.

Üniversiteye vardığında sağlı sollu kümeleşmiş gençleri gördü. İçi sıkıldı. Gün gene bir çatışmaya gebeydi. Gençlerin mücadelesini anlıyor ancak bunun çatışarak, birbirini öldürerek olmayacağına inanıyordu. Barışçıl bir insandı. Gün be gün ölen veya yaralanan gençleri duydukça içi kararıyor, hepsi pırıl pırıl olan gençlerin, daha hayatlarının başında ölmelerine çok üzülüyordu. Derslerinde, öğrencilerine bu çatışmalardan uzak durmalarını öğütlüyor, okullarını bitirip mesleklerinde başarılı olarak ülkelerine faydaları olabileceklerini anlatıyordu. Bir koalisyon diğerine devrilen hükümetlerin politikasından kendisi de haz etmiyordu, hatta zaman zaman üniversitedeki görevinden istifa etmeyi bile düşünmüştü ama gençleri bırakmayı göze alamamıştı. Mümkün mertebe rengini belli etmeden, en azından kendi öğrencilerini çatışmalardan uzak tutmaya çalışıyordu. Okulda çatışmalar olmasına rağmen ölen olmamıştı.

Öğrencilerinin en başarılısı Ahmet adında bir çocuktu. Ders aralarında sürekli odasına gelir, kendisine ek ödevler vermesini isterdi. Ahmet küçük bir kasabadan geliyordu. Babasının bir kırtasiye dükkânı vardı. Okuyup kasabasına dönecek ve orada bir eczane açacaktı. Şehre okuması için gönderilmesinin ailesine ne kadar yük olduğunun bilincindeydi. Bir an önce okulunu bitirmek istiyordu. Bildiği kadarıyla okuldaki siyasi gruplarla da işi yoktu. Herkese eşit mesafede duruyordu.

İlk dersine girdiğinde sınıfta çok eksik olduğunu fark etti. Muhtemelen birçoğu dışarıda kümeleşmiş grupların içindeydi. Dersi yapıp yapmama konusunda tereddüt etti. En ön sırada iştahla kendisine bakan Ahmet’i görünce dersi yapmaya karar verdi. Burada olan çocukların bir günahı yoktu ki! Ders ilerlerken dışarıdan sesler gelmeye, karşılıklı sloganlar atılmaya başladı. İlk başlarda sloganlar atıp dağılırlar ümidiyle derse devam etti. Sesler gittikçe yükselmeye, arada güvenlik güçlerinin “ dağılın “ anonsları gelmeye başladı. Sınıftaki öğrencilerin de dikkati dağılmıştı. Hepsinin yüzlerine korku hâkim olmuştu. Dersi kesti.

Öğrencilerine çatışma bitinceye kadar binadan çıkmamalarını öğütledi. Hepsine kendi odasında toplanmalarını söyledi. Dışarıda durum nedir diye bakıp odaya döndüğünde öğrencilerin arasında Ahmet’in olmadığını gördü. Onu aramak üzere binayı dolaştı, bulamadı. İsteksizce dışarı çıktı. Dışarıda sağcılar, solcular, güvenlik görevleri birbirine girmiş, sopalar, coplar havada uçuşuyordu. Kalbine bir ağrı saplanmışçasına sendeledi. Bir anlığına Ahmet’i görür gibi oldu. Sonra kaybetti. Kalabalığın içinde havaya kalmış bir sopa bir kıza vurmak üzereydi. Sopa kimin elindeydi göremedi. Ahmet’i tekrar gördüğünde elinde sopa olan çocukla boğuşuyordu. Kızı arkasına almış, sopalı çocuğun bileğini tutmuştu. Bir grup Ahmet’e doğru ilerlerken, mahşere dönmüş alanda, tüm gürültünün de üstünde bir ses bıçak gibi kesti gökyüzünü. Ağaçlardaki kuşlar telaş içinde havalandı. Bir anda herkes dondu kaldı. Kalabalık ayrıldı.

Sesin geldiği yöne doğru koştu. Yerde kanlar içinde, kendisine bakarmış gibi gözleri açık kalmış Ahmet’i gördü. Bir kızı, muhtemelen sevdiği kızı,  kurtarmak için kendini feda etmiş Ahmet’i. Her zaman cin gibi bakan kara gözlerini… Etrafına baktı; herkes kaçışmıştı. Koruduğu kız bile ortada yoktu. Korkaklar diye geçti beyninden. İçinden öfkeyle yükselen haykırışa engel olamadı. Artık sessizliğin hâkim olduğu alanda çınladı haykırışı. Kuşlar yeniden havalandı.

Öfkenin boğazına düğümlediği yaşlarla, sendeleyerek yürümeye başladı. Nereye gittiğinin farkında değildi. Sadece yürüyordu. Odasındaki öğrencileri unutmuştu. Gözünün önünde sadece Ahmet’in kendisine bakan gözleri ve kulağını yırtan o silah sesi vardı. Yolda insanlara çarparak yürüyordu. “Deli misin adam, önüne baksana “ dedi bir tanesi. Duymadı. Her şey anlamını yitirmişti. Geleceğe umutla bakan, günahsız bir genci ölümden uzak tutamamıştı. Hele o kız! Ahmet’in ölümüne sevdiği, onun için kendisini, ailesinin umutlarını feda ettiği o kız. O kız Ahmet’in başında durmamış, kaçıp gitmişti hemen. Hiçbir şeyin anlamı yoktu. Sevginin, aşkın bile…

Ayakları onu eve sürükledi. Karısı kapıyı açınca, onun deli, boş bakan gözleri karşısında şaşırdı. “ Ne oldu? “ sorusuna cevap alamadı. Üsteledi. Sadece, yüzünde acı bir ifadeyle boş boş baktı karısına. Direk odasına gitti, üstü başıyla yattı. Uyandığında akşam karanlığı çökmüştü. Karısı sofrayı kurmuş, onu bekliyordu. Hemen gidip radyoyu açtı. Yan evden şarkılı, türkülü televizyon sesi geliyordu. Ajansta “ Bu gün Eczacılık Fakültesi’nde çıkan çatışmada Ahmet Barış isimli bir genç öldü. Hangi örgüte bağlı olduğu bilinmiyor “ diye bir kısacık bir haber geçti. Karısı dehşet içinde “iyi sana bir şey olmamış” dedi sadece. Karısına baktı, ölen çocuk için bir şey söylemesini bekledi. Söylemedi. Herkes gibi o da başını kuma gömmüştü. Boğulacak gibi hissetti.

Aniden sofradan kalktı. Portmantoda asılı ceketini giyip dışarı fırladı. O evde daha fazla kalamazdı. Arkasından karısının “ nereye gidiyorsun? “ diye bağırışını duydu. Umursamadı. Deniz kenarına gitti. Nefes almaya çalıştı. O an, o sahne kafasının içine pençeleri ile sımsıkı tutunmuş, bir an bile aklından çıkmıyordu. Sahneye eşlik eden ses, bir uğultu halinde beyninin kıvrımları arasına yerleşmiş, dışarıdan gelen başka her hangi bir sese karşı duvar oluşturmuştu. Cebinde biraz parası olduğunu fark etti. Yakınlardaki bir yerden şarap aldı. Kulağından o sesin gitmesi umuduyla bir şişe şarabı, nefes almadan bir dikişte bitirdi. Orada sızdı kaldı.

Sabah ayazı ve güneşin ilk ışıkları ile uyandığında keskin baş ağrısını hissetti ilk önce. Gayriihtiyari eve doğru yürümeye başladı. Eve yaklaştıkça, oraya gitmek istemediğini fark etti. Yarı yolda yönünü değiştirdi ve üniversiteye doğru yürümeye başladı. Okula geldiğinde, dün hiçbir şey olmamış gibi öğrencilerin toplaşmaya başladığını gördü.  Ölenler öldüğü ile kalıyor, devran gene bildiği gibi dönüyordu. Okulu uzaktan kesebileceği bir duvar dibine çöktü. Boğazında düğümlenen yaşlara daha fazla engel olamadı. Hıçkıra hıçkıra ağladı, içindeki keder hafiflemedi.

Duvar dibinde epeyce kaldı. Dizlerinde derman kalmayınca, gene deniz kıyısına döndü. Akşam olunca gene bir şişe şarap alıp, bu sefer kıyıya bağlanmış bir kayığı kendine mesken edinip orada içip, uyudu. Bu düzen aylaca devam etti. Her sabah okulu gözetlediği duvar dibine gidiyor, yorulunca kayığına dönüyordu. İşini, karısını hiç düşünmüyordu. Varsa yoksa Ahmet’in ona bakan gözleri, gökyüzünü yırtan silah sesi vardı. Bunlardan kurtulmaya çalışmaktan vazgeçmişti. Ahmet’in görüntüsünü unutursa ona bir daha ihanet edecekmiş hissiyle daha da sıkı yapışmıştı bu görüntüye.

Bir sabah duvar dibinde okulu gözetlerken, Ahmet’in uğruna öldüğü kızı, bir erkekle el ele okula doğru yürürken gördü. Kız gülüyordu. Gülüyordu! Gülebiliyordu… Olduğu yerden fırlayıp kızın üstüne yürümek istedi. Onu sarsmak, kendine getirmek, yaşamın bu kadar ucuz olmadığını hatırlatmak… Saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı kirlenmiş bir adamı bir kızın peşinden gider görünce, çevresini birden birkaç genç sardı. “ Serseri, sen ne yaptığını sanıyorsun? “ diyerek onu dövmeye başladılar. Kendini korumaya çalışmadı. Sadece  “ asıl siz, ne yaptığınızı biliyor musunuz? “ diye soruyordu durmadan.

Onu hırpalayıp bırakmışlardı olduğu yerde. Onlar gidince ayağa kalktı. Bir daha buraya da gelmeyecekti. Gördüğü ihanete bir daha katlanamazdı. Sallanarak uzaklaştı oradan. Bir cami çıktı karşısına. Dedesinin ona Allah katında herkesin eşit olduğunu anlattığını hatırladı. Gerçekten eşit miydi herkes? Ahmet’in ölmek için ne gibi bir nedeni vardı? Sevmişti sadece, çok sevmişti. Bir cevap bulmak umuduyla caminin soğuk duvarına yaslandı. İyice yükselmiş güneş gözlerini aldı. Cami avlusunun serinliğinde oynayan çocuklara bir pus perdesinin ardından baktı. Ahmet’in kendisine bakan gözlerinde oynayan çocukları gördü. 

5 Kasım 2014 Çarşamba

GÖLGE

Beni mi takip ediyor? Benden başka kimse yok. Yanımda beni aşıp geçen bir gölge. Heybetli. Babam gibi. Sessiz. Kaçmalıyım. Nereye kadar? Saklansam? Nereye? Sokak çıplak. Hızla yürü. Belli etmeden adımlarını sıklaştır. Onu hissettiğini anlamasın. Anlarsa hamle yapabilir. Tetikte ol. Olsam ne olacak? İsterse bir anda devirebilir beni. Ağaçlar. Ne kadar çoklar. Orman gibi. Beni ağaçların arasına çekse kimse duymaz. İşbirlikçiler. Oysa evi tutarken bu yeşilliği ne kadar sevmiştim. Şimdi ise düşmanlar. Ne kadar çer çöp var ağaçların altında. Kimse sevmiyor yeşili anlaşılan. Sana ne? Yürü, hızla yürü. Sakın koşma.

Kaşınıyorum. Atkımı çıkarsam, rahatlasam. Sımsıkı dolamışım boynuma. Sakın çıkarmaya çalışma. Yavaşlarsın. Kaşıntıyı düşünme. Düşünmezsen geçer. Sadece yürü. Sağa sola bakınma. Dikkatini dağıtma. İşte ilk bina. Sanki yabancı. Yanlış sokakta mıyım? Mümkün değil. Pencereler. Perdeler kapalı. Perdelerden sızan ince ışıklar yalnızlığımı yansıtmaktan başka bir işe yaramıyor. Bağırsam? Bir işe yaramaz. Kapalı perdelerin arkasındaki insanlar duysa bile bakmaz. Böyle olduk artık; kadınları tecavüz edilirken, öldürülürken korku filmi seyretmenin hazzında çekirdek çitleyen bir ülke. Yakalarsa tecavüz mü eder, öldürür mü? Tecavüz tercih. Saçmalama. İkisi de ölüm. Yaşarım en azından, şimdi yaşadığım gibi. Ne fark eder? Saçlarımdan tutup yerlerde süründürüp tekmeler mi beni önce?  O kadın gibi. Beyoğlu’ndaki kadın. Yerlerde tekmelenen kadın. Sonra? Bilmiyorum. O kadını da bilmiyorum. Belki öldü. Öldük.

Allah kahretsin, nereden geldi şimdi o kadın aklıma? Dikkatini dağıtma. Gözlerim yanıyor. Yüzüm sırılsıklam. Ağlıyor muyum? Yok ter. En son ne zaman ağladım? Ağlamam ki, ağlayamam. Sokak uzun. Hiç bu kadar uzun gelmemişti bana. Evim sanki fizanda. Her hangi bir apartmana girsem? Ya kapısı kilitliyse? Olmaz. Hızla devam. Arkamda bir ses. Hışır hışır. Yaklaşıyor mu? Dizlerimin bağı çözülüyor. Yürüyemeyeceğim. Bıraksam kendimi. Ne olacaksa olsun. Sakın! Sakın bırakma kendini. Yapabilirsin. Hep yaptın. Gene yaparsın. Bir kedi. Miyavlıyor. Aç mı? Eve alsam doyursam. Bırak şimdi kediyi. Hem Fettan hoşlanmaz yabancılardan, bilirsin. Çöp bidonu. Nasıl düşünemedim? Kedi bidonu karıştırıyordu herhalde. Ses ondan gelmiş olmalı. Öyledir. Öyle olsun. Çöp bidonunun arkasına saklansaydım. Niye düşünemedim? Şimdi geri de dönemem. Hızla devam.

Binamın bahçe demirleri göründü. Koş. Hızla koş, binaya at kendini. Anahtarlar! Bulamıyorum. Allah kahretsin! Çantamın en dibine düşmüşler. Bu torba gibi kocaman çantalardan nefret ediyorum. Cüzdan, defter, makyaj çantası. Çok lazım!  Şu anda hiçbir şey metalin sertliğini hissetmek kadar beni mutlu etmeyecek. Buldum! Bir heyecanla anahtarları çıkarıyorum çantamdan. Ellerim titriyor, anahtarlar düştü. Tam da sırası! Yerden anahtarları alırken gizlice arkama bakıyorum. Karanlık.

Kapının deliğine anahtarı sokamıyorum. Hadi ama. Bir gözüm sürekli arkamda. Son adım. Binaya bir girebilsem kurtulacağım. Sakin ol. Oh! Binaya girdim. Bir de evime girebilsem. Niye giriş katında oturuyorum ki? Mecburiyetten. En küçük ve en ucuz olduğundan. Balkon! Ya balkondan girmeye çalışırsa? Kapılar kilitli, giremez. Camı keser mi? Ter içindeyim. Terimin kokusu burnuma kadar geliyor. Düşünme, sadece eve gir. Eve girdim. Işıkları yakma. Peşimden geldiyse bile en azından hangi dairede oturduğum anlaşılmasın. Perdeleri sımsıkı kapa. Kapatırken son bir bakış atıyorum. Kimse görünmüyor. Belki orada. Uygun anı bekliyor. Kapıyı sıkı sıkı kilitle. Emniyet zincirini de tak. Bak işe yarıyormuş bu zincir. Çalan hiçbir kapıyı da açma. Evde yok sansınlar beni. Yokum zaten.

Televizyonu açayım, kafam dağılsın. Açma, ses yapmasın. Telefonum nerede? Çantamda olmalı. Birisini aramalı mıyım? Gelsin, benimle otursun. Kimi arayabilirim? Gülerler bana. Neden korktun? Arkamdan gelen bir gölge gördüm. E sonra? Sonrası yok, sadece korkuyorum. Deli misin derler adama. Aramayayım daha iyi. Hem birisini çağırmak kapıyı açmak demek. Açmayacağım, kimseye kapımı açmayacağım.

Deli miyim gerçekten? O gölgeyi, beni sarıp aşan kara gölgeyi gördüm. Öyle ki, beni de karanlığa boğdu o gölge. Takip etti. Hissettim. Şu anda belki kapımın önünde belki balkonumda. Bilmiyorum ama orada bir yerde, eminim. Kime anlatabilirim bunu? Kimse anlamaz ki! Kimse anlamıyor zaten. Rahatını bozacak bir şeyi kimse duymak istemiyor, en yakının bile. En iyisi kimseye anlatma. Kimse bilmesin.

Bir kahve yapıp kendime gelsem. Yok yapmayayım, ses olur. Tuvaletin sifonunu da çekmedim, iyi oldu. Duş alabilsem? Alamam. Perdeden baksam mı? Ya balkondaysa? Burun buruna gelirim, olmaz. Balkon kapısı iyice kilitli mi acaba? En son ne zaman çıkmıştım ki balkona? Koltuğun üzerine çöküyorum. Titremem geçmiyor. Battaniyeye sarınıp büzüşüyorum.

Bir oda. Duvarlar pembeye boyanmış. Yer yer sıvası dökülmüş. Perdeler de pembe. Fırfırlı. Duvara dayalı sandığın üzerinde bebekler var. Bir sandalye. Sandalyenin üzerinde bir okul forması asılı. Yerde okul çantası. Ağzı açık. Tek kişilik yatakta biri uyuyor. Ben. Hayır, uyumuyorum, gözlerim açık. Gözlerim kapıda, kapının kulbunda. Kapı kulpunun aşağıya doğru çevrileceği anı bekliyorum. Kalbim kulaklarımdan fırlayacak şekilde atıyor. Soğuk soğuk terliyorum. Kapının ardında ayak sesleri. İşte geliyor. Kapının kulpu yavaşça aşağıya doğru hareket ediyor. Kaskatı kesiliyorum. Nefes almıyorum. Bağırmak istiyorum, sesim çıkmıyor. Ağzım balık gibi açılıp kapanıyor.

Kapı açıldı. Gözlerimi kapatıyorum hemen. Heybetli karanlık bana doğru ilerliyor. Ölmek istiyorum. Ölmüşüm zaten. Bir daha ölebilir mi insan? Yanıma oturup, eliyle ağzımı kapatıyor. “ Şşşt, sana zarar vermeyeceğim. Bir baba kızına zarar verir mi? Sadece seni seveceğim. Sakın bağırma. “ Nasıl inanmak istiyorum bu kelimelere ama inanamıyorum. Bir baba neden gizlice, gece yarısı odasına girerek sevsin ki kızını? Gündüzleri, annemin yanındayken gözümün içine bir kere bakmayan adam neden geceleri sever ki kızını? Annem kıskanmasın diye mi acaba? Bir anne kızını kıskanır mı? Bir sürü soru ama en altta babama inanma isteği… Sesimi çıkartamıyorum.

Yorganın altından elini sokuyor bacaklarıma doğru. Bacaklarımı okşuyor; yavaş yavaş yukarı doğru çıkıyor elleri. Nefesi hızlanıyor. Sıyrılmış geceliğimi düzeltmek istiyorum. Engelliyor. “Hiçbir şey yapma, dur öyle.” Göbeğimden, yeni çıkmış memelerime kadar çıkıyor elleri. Memelerimi sıkıyor. Acıyor. “ Acıyor baba “ “Öperim geçer “ Göğüslerimi öpüyor, uçlarını yalıyor. Dehşet ve haz birbirine karışıyor. Utanıyorum. Bir gölge görüyorum yanı başımızda. Olanı biteni seyrediyor. Uzun saçları var. Gözüm hep gölgede. “Yapma baba” Duymuyor. Elini bacak arama sokuyor. Külodumun içine elini sokarak kukumu elliyor ; annemin hep eteklerini sıkı sıkı kapa kimseler görmesin, ayıptır dediği kukumu. Parmağını sokuyor. Bir eliyle de pijamasını zorlayan pipisini çıkarıyor. O dimdik olmuş kocaman şeye bakakalıyorum. Kılıç gibi dik ve sert. Annemin “ayıp, ayıp “ sözleri kafamın içinde patlıyor. Parmağını kukuma sokup çıkarırken, diğer eliyle pipisini okşuyor. Nefesi gittikçe hızlanıyor.  Gölge hep yanımızda. Korkuyorum. Ölüyor mu? Ya ölürse, anneme ne anlatırım? Ölmesin diye dua ediyorum. Bir sıvı fışkırıyor pipisinin ucundan ve üstüme yığılıp kalıyor. Öldü mü? Yok, ölmemiş, hızlı hızlı nefes alıp veriyor. Seviniyorum.

Babam, küçülmüş pipisini pijamasının içine sokup toparlanıyor. Saçlarımı okşayıp, alnıma bir öpücük konduruyor.  “ Sakın annene söyleme, çok üzülür sonra. Bu bizim sırrımız, biliyorsun.” Sessizce çıkıp gidiyor. Odada ki gölgeyi arıyorum. Yok olmuş. Bunca senedir bana hiç sevgisini göstermemiş babamla, sadece ikimize ait bir sır olmasından mutlu muyum? Bir yanım bundan gizli bir haz duyuyor ama bunun yanlış olduğunu biliyorum. Anneme ihanet etmiş gibi hissediyorum. Annem bana ihanet etmiş gibi hissediyor mu?

Sonra birden kahvaltı masasındayız. Annem,  güler yüzle bana reçelli ekmek hazırlıyor. Başı öne eğik. Birden başını kaldırıp bana bakıyor. Gözleri çakmak çakmak.

Birden uyandım. Sarındığım battaniyeyi tekmelemişim; yerde. Annemin gözleri gözümün önünde. Hiç öyle baktı mı annem bana? Hatırlamıyorum. Hoş, gülümsediğini de hatırlamıyorum. Hep gergin ama sessiz bir kadındı. Ruhsuz gibiydi. Ne sevinir ne üzülürdü. Babamın cenazesinde bile ağlamamıştı. Beni sever miydi? Bilemiyorum. Hiçbir şeyimi eksik tutmaz ama hiç sarılmaz, öpmezdi. Komşular güzelliğimi överken boş boş bakar, hafiften başını sallardı. Üniversite için Ankara’ya gitmeme sevinmişti galiba. Öyle hissetmiştim.

Diplere gömüp unutmaya çalıştığım anıların ortaya saçılmasından huzursuz, koltuktan kalktım. Duşa girdim. Dışarıdaki gölgeyi unutmuştum bile. Annemle babam ölmüşlerdi. Beni rahatsız edemezlerdi. Akan suyla birlikte tüm anılarımı, acılarımı, yoksunluklarımı akıtıp yıkandım. Üzerime yapışmış ter gibi pis kokmuyordum artık. Temizdim.

Üniversite için Ankara’ya gittikten sonra hayatım değişmiş, öğretmen olmuştum. Bir daha eve dönmedim. Bir tek annemle babamın cenazelerinde gidip hem onları hem onların taşıdıkları acıları gömmüştüm. Ayaktaydım. Ne babamın sahte şefkati ne de annemin beni yok sayan bencilliği beni yıkamamıştı. Güçlüydüm. Hiçbir erkeğe ihtiyacım yoktu. Evlenmedim. Bir gölgeden korkmuş olmama güldüm.

Ertesi gün okula gittim. Bir hafiflik vardı üzerimde. Gölgeyi alt edebilmiş olmanın keyfi. Hayat böyle bir şeydi işte. Güçlü olan güçsüzü yeniyordu. Kimi paramparça olmuş kalbinden dağılıyordu, kimi ise parçaları toplayıp, yapıştırıp yoluna devam ediyordu. Annem dağılmıştı. Ben ise toplamıştım. Yapıştırıcım ise annemin zayıflığına, bana sahip çıkamayışına duyduğum öfke olmuştu. Sağlam bir yapıştırıcı! Babam ise… Babam bir zavallıydı.

Derste, sınıfın en parlak öğrencilerinden Merve’nin çok sessiz olduğu dikkatimi çekti. Uyumamış gibiydi. Gözleri şiş, dalgın dalgın pencereden dışarı bakıyordu. Onu kendi haline bırakıp derse devam ettim. Son dersti. Zil çalınca, bütün öğrenciler günü bitirmiş olmanın keyfiyle koşa koşa evlerinin yolunu tuttular. Masamı toplarken Merve’nin yerinden hareket etmediğini gördüm. “Merve, zil çaldı. Hadi evine kızım “ dememle ağlamaya başladı. Yanına gittim. Saçlarını okşayarak” ne oldu Merve?” diye sordum. Hıçkırıklarının arasında “ eve gitmek istemiyorum.” dediğini duydum.
-       Neden Merve?
-       Anlatamam .
-       Olmaz kızım, merak ederler seni.
Gözyaşları içinde gözümün içine baktı. Yalvarır gibiydi.
-       Ne olur eve göndermeyin beni.
Mecburen aldım onu eve götürdüm. Eve giderken annesini aradım ve Merve’nin benimle olduğunu, merak etmemelerini söyledim. Annesi teşekkür edip, akşama abisinin gelip onu alacağını söyledi. Merve’ye bu bilgiyi verdiğimde maymun gibi bana sımsıkı sarılıp “beni ona bırakma “ diye ağlamaya başladı. Anladım.
-       Merve, abin sadece seviyor seni. Sevgisini böyle gösterebiliyor çünkü erkekler zayıf.
-       Acıtıyor ama…
-       Sen güçlü bir kızsın. Bu acıya dayanabilirsin. Ne kadar çok dayanabilirsen o kadar güçlü olursun.
Merve’nin ağlaması kesildi. Bana baktı. Gözlerindeki kararlılığı görebiliyordum. Gülümsedim. Gülümsedi.


Akşam abisi geldi, Merve’yi aldı. Yirmili yaşlarda boylu poslu bir delikanlıydı. Merve’nin kulağına fısıldadım. “ Haydi, gücünü göster. “  Onu abisinin eline teslim ederken, delikanlının gözlerinin içine baktım. Gözlerim çakmak çakmak…