Sıcak bir Haziran günü… Portekiz’in Faro havaalanında
arkadaşımla buluştuk. Yorucu evliliklerinden yeni çıkmış iki genç kadın olarak,
bir katalogtan bulduğumuz, ücra bir köşedeki tatil kasabasına gitmeye karar
vermiştik. Sanırım bizi geçmişimize bağlayan her insandan, her görüntüden
uzaklaşmak isteğiyle, ikimizin de hiç görmediği Portekiz’i seçmiştik bir
haftalık tatil için. İstanbul’dan Faro’ya direk uçak olmadığı için ben, birkaç
gün de babamları görme niyetiyle Frankfurt üzerinden, arkadaşım ise Paris
üzerinden gelecekti. Uçak saatlerini de denkleştirebilince buluşma noktamız havaalanı
oldu.
Babamın Alman Havayolları’nda çalışmasından dolayı, ekonomik
sınıfta yer olmadığı zaman, kılık kıyafet açısından uyum sağlanabildiği sürece
ücretsiz birinci sınıf uçma hakkım vardı. Bu nedenle her zaman uçağa binerken,
her ihtimale karşı, birinci sınıf uçacakmış gibi, düzgün, şık, klas giyinmeye
çalışırdım. O günde gene öyle, lacivert pantolon ceketten oluşan yazlık bir
takım, ona uygun yazlık babetler, elimde Gucci çanta, saçım ve makyajım tam,
babamlarda da kaldığım için biraz büyükçe Samsonite bir bavulla arkadaşımla
buluştum. O da vizesiz transit geçiş yapacağı Paris’te sorun çıkmasın diye
özenmişti. Somon rengi keten elbisesi, beyaz sandaletleri, Louis Vuitton
çantası ve Samsonite bavuluyla birbirimizle gayet uyumlu bir ikili olarak,
otelin, taksi çok pahalı olacağı için bize önerdiği şekilde tren istasyonuna gitmek
üzere taksiye bindik.
Taksi bizi Haydarpaşa, Paris, Frankfurt gibi büyük
şehirlerde görmeye alıştığım şaşalı, büyük, her tarafından tren istasyonu
olduğu belli olan istasyonlardan farklı olarak derme çatma, kararmış sarı
rengiyle eski kokan, küçücük bir binanın önünde indirdi. Yanlış bir yerde
miydik? Ürkek, çekingen adımlarla binaya girdik. Bilet gişesi olduğunu
varsaydığımız, sadece ellerin göründüğü deliğe başımı uzatarak buradan Lagoa’ya
tren kalkıp kalkmadığını sordum İngilizce. Karşıdan ne dediğini anlamadığım bir
ses ve bir bilet geldi. Biletin üzerinde gideceğimiz yerin adını görünce
rahatladım. Delikten elimi sokarak iki işareti yaptım. İkinci bilet de geldi. Ohh!
Bekleme odasına girer girmez burnumuza çarpan buram buram
ağır ter kokusuyla irkildik. Kavruk tenli, kimi kasketli, köylü kıyafetleri,
kimi allı dallı sentetik kıyafetleri, abartılı makyajları ile sanki başka bir
dünyanın insanlarıyla dolu odayı görünce şaşkınlıktan olduğumuz yerde çakılı
kalan biz, şık kıyafetlerimiz, markalı çantalarımız, sürüdüğümüz bavullarımızla
uzaydan gelmiş gibi duruyorduk. İnsanların hepsi, binanın yorgun rengine uyum
sağlarcasına bıkkın, bunalmış oturuyorlardı. Köşede bir amca önündeki un
çuvalına başını dayamış uyukluyor, biraz ötedeki teyzenin önündeki sepetin
kenarından yumurta ve zerzevat görünüyordu. Sanki herkes yaşlıydı. Hepsinin
yüzünde aynı bezgin ifade vardı. Kimse konuşmuyordu. Kimsenin önünde bavul
yoktu.
Bir de üstüne, o devirde daha pek kimsede olmayan cep
telefonlarımız zır zır çalmaz mı? Sağ
salim varıp varmadığımızı merak eden yakınlarımızla, mecburen biraz yüksek
sesle, Türkçe konuşmamız insanlardaki uyuşukluğu geçirmiş, tüm gözler üzerimize
çevrilmişti. Hemen kapattık telefonları. Kendimizi bir tiyatro sahnesinde başrol
oyuncuları gibi hissettik. Halimiz komediydi ama kimse gülmüyordu. Daha çok
repliklerini anlamadıkları bir oyunu seyreder gibi boş bakıyorlardı. İçinde
bulunduğumuz absürd duruma rağmen duruşumuzu bozmadan ama tedirgin, mümkün
olduğunca en kısık sesimizle konuşuyorduk. Ancak elinde ayaklarından bağlanmış
tavuğu ile gelen adamı da görünce dayanamayıp sessizce bastık kahkahayı.
Memleketten kaçalım derken tıpatıp aynısı bir ülkeye gelmiştik…
En nihayet beklenen tren geldi ve hepimiz trene doluştuk.
Hedefe doğru adım adım yaklaşmanın rahatlığı ile cam kenarında karşılıklı
kendimize yer bulduk. İlk başlarda şehir kıyısında sıkça görülen binalar,
üzerinde hemen hemen hiçbir bina olmayan bozkırlara bırakmaya başladı yerini.
Her durduğumuz tren istasyonunun etrafındaki evler gittikçe fakirleşiyor,
rengârenk boyalı evlerden sıvası dökülmüş, boyasız ama mutlaka tenekelerin
içine ekilmiş sardunyalarla süslenmiş evlere dönüşüyordu. Kırmızı sardunyaların
varlığı, çirkinliklerini bir nebze kapatıyor, hayata tutunma nedenleri gibi
gülümsüyordu pencerelerin önünden. Öyle ekilmiş tarla falan da yoktu
çevrede. Yoksulluk seziliyordu bu topraklarda.
Gittikçe azalan evlerden, trene yeni binenlerin daha da
fakirleşen kıyafetlerinden nereye gittiğimizi sorgular olmuştuk. Şu ana kadar
gördüğümüz manzara, katalogtaki bembeyaz, İspanyol mimarisinin olmazsa olmazı
arklarla bezeli, hoş binaları, yemyeşil çimli golf sahaları ile kaplı sayfiye
alanına hiç uyum sağlamıyordu. Kandırıldık mı endişesini birbirimize
yansıtmadan bildiğimiz kadarı ile Portekiz ekonomisinden konuşuyor, Portekiz’in
gelirinin çoğunu turizmden kazandığını söyleyerek rahatlamaya çalışıyorduk. Her
ne kadar yol üstünde bunu ispatlamaya yarayacak en ufak bir iz görmesek de…
Trenin duvarına yapıştırılmış, istasyonları gösteren
çizelgeden ineceğimiz durağa daha ne kadar var’ı anlamaya çalışırken un çuvallı
adam el kol hareketleri ve kendi dilinde bize bir şeyler anlatmaya çalıştı.
Anladığımız, bize bir önceki durağın adını söylüyor, ondan sonraki istasyonda
inmemizi söylüyordu. Neden böyle bir açıklama yapma gereğini duyduğunu o anda
anlamadık ama gene de teşekkür ettik.
Adamın dediği o duraktan sonra gelen, istasyon demeye bin
şahit isteyen yere geldiğimizde inmekte tereddüt ettik. O kadar ki biz trenin
herhangi bir nedenle durduğunu sandık. Durduğumuz yerde bütün görüntüyü
kaplayan boyutta, kırmızı, üzerinde hiçbir şey yazmayan bir duvardan başka bir
şey yoktu. Ne bir tabela, ne de elle yazılmış bir isim. Sadece düz bir duvar!
Adam “ evet burası “ der gibi bir baş işareti yaptı. Biz de “ya bismillah “
deyip indik. Ayaklarımız rayın kenarına döşenmiş çakıl taşlarına bastığında
yanlış bir yerde olduğumuzdan emindik. Tren bizi ezmeden gidebilsin diye
duvarla ray arasına iyice sıkışarak trenin neredeyse bize sürtünerek geçip
gitmesini bekledik. O süre içinde içimizde bastırdığımız korku iyice ayyuka
çıkmış, beynimizde buradan nasıl çıkıp geri döneriz’in hesabını yapmaya
başlamıştık. Birbirimize bir şey söylemiyorduk ama her şeyi geride bırakıp
otele yerleştiğimizde bir birimize itiraf edecektik.
Tren geçince, trenin diğer tarafında kaldığı için
göremediğimiz, tahta ince tek bir perondan oluşan şeyi gördük. Şey diyorum
çünkü nasıl adlandıracağımı bilemedim. Elimizde koca bavullarımız rayların
üstünden atlayıp perona çıktık. Dışarıdan bakınca komik görünüyorduk herhalde.
Rayların üstünden, zorlanarak bavullarını taşımaya çalışan aristokrat havalı
iki kadın… Perona çıkabildiğimizde kan ter içinde kalmış, özenle taradığımız
saçlarımız dağılmış, seyahat başlangıcındaki neşeli ifademizden eser kalmamıştı.
Komik olduğumuzu ancak ertesi gün, otelin havuzunun kenarında içkilerimizi
yudumlarken algılayabildik.
Otele göre indiğimiz noktada taksiler vardı ve taksiye
adresi verirsek bizi şıp diye getirirdi. Taksi ne kelime bisiklet bile yoktu.
Kenara atılmış, toz içinde, tekerleksiz motosikleti saymazsak tabii… Karşımıza
çıkan üst üste yığılmış telleri kopuk, metal iskemleler, bir kenarda tek bir masa, masada yemek yiyen
kısa pantolonlu, bir zamanlar kırmızı olduğunu var saydığımız solgun renkli
t-shirt’lü bir adamdı. Adamın önünde hiç de iştah açıcı olmayan bulamaç gibi
bir yemek ve yağlı parmak izlerinden içinde ne olduğu tahmin edilemeyen ayaklı bir
kadeh vardı. Kadeh ayrıntısına daha sonraları çok gülecektik. Adamın yanında,
nasiplenir miyim diye umutla bekleyen, kirden esas rengi gözükmeyen, tüyleri
tiftik tiftik olmuş bir deri bir kemik köpekte kareyi tamamlıyordu. Başka kimse
olmadığından adama yaklaşıp “taksi? “ diye sorduk. Önce bizi bir süzdü sonra gülümseyerek
bize arkamızda kalan lokantayı gösterdi. Adamın ön orta dişleri yoktu.
İtalyancamın burada işe yarayacağı umuduyla lokantaya ben
girdim. Kapısında bizde bazı kasaplarda bulunan plastik üzerinde düğümler olan
iplerden vardı. Bu gün bile hala bunun ne işe yaradığını bilemem. Sıcaktan,
sinekten korumaz, kapı desen hiç değil, öyle bir şey işte. Süs herhalde… İçeri
girdiğimde kesif bir yağ kokusu karşıladı beni. İçi neredeyse bomboş
soğutucunun vitrininde masadaki adamın yediği yemekle dolu bir tabak vardı
sadece. Üzerinde de kocaman bir karasinek! Üzerime konup kalkan sineklerden
bahsetmiyorum bile. Konuşlandığı yerden memnun, yemekten iştahla otlanıyordu.
Sanırım bu tabak mikrodalgada ısıtılıp müşterinin önüne hemen getirilmek üzere
hazırlanmıştı. Ağır kokudan ve görüntüden midem bulanmış bir şekilde bize taksi
çağırmasını rica etmek üzere birisini aranırken, mutfaktan iri yarı, kocaman
göbekli, çıplak bedenine geçirdiği, üzeri leke dolu beyaz önlüğü ile bir adam
çıktı. Kendimi Fellini’nin Amarcord filminin bir sahnesinde hissettim. Önlüğün
altından fırlayan kılları görmemeye, ağzıma kadar gelmiş mide bulantısına
aldırmadan, İtalyanca adama derdimi anlatmaya çalıştım. O da bir şeyler
söyledi, anlaşamadık.
Çareyi oteli aramakta bulduk. Otelle adamı konuşturduktan
sonra otel, adamın bize taksi çağıracağını ancak akşam yemeği saati olduğu için
biraz beklememiz gerektiğini söyledi. Her ne kadar bizim taksi şoförlerinden
hiç böyle bir ara duymadıysak da lokantada hiçbir müşteri olmadığından bu akşam
yemeği arasının taksi şoförlerine ait olduğunu varsaydık. İnsan hakları diye
geçtiyse de beynimden, o anda insan hakkı falan görecek halim yoktu. Hem de
biraz farklı saatlerde yemeklerini yiyerek taksi durağında her daim araba
bulunmasını sağlayamazlar mıydı? Türk aklı işte, pratik! Yok canım, bunların
tuzu kuru. Nasıl oluyorsa?
Söylenerek, çaresiz bavullarımızın üzerine oturup taksiyi
beklemeye koyulduk. Güneş batmış, kızıl rengini, bulutsuz mavi gökyüzüne armağan
olarak bırakmıştı. Ahşap zeminde, siyah bavulunun üzerine, dümdüz fönlenmiş
siyah saçları, somon rengi elbisesi ile umutsuzca oturan arkadaşım harika bir
fotoğraf karesi oluşturmakla beraber onu fark edecek göz kalmamıştı bende.
Sonraları çok hayıflandım o görüntüyü çekmedim diye.
Bir saat geçmesine rağmen taksi hala gelmemişti. Etrafta
hiçbir şeyin olmadığı bu ıssız yerde, yemeğini bitirmiş, lokanta sahibiyle
sohbet eden dişsiz adam, uyuz köpek ve üstü çıplak bir lokantacıyla kalakalmıştık.
Bu garip yerde şık kıyafetlerimiz, markalı çantalarımız ve bavullarımızla eğreti
duruyorduk Moralimiz bozulmuş, korkularımızı serbest bırakmış, alenen bu geceyi
bir şekilde atlattıktan sonra ertesi gün dönmenin yolunu bulmanın hesaplarını
yapıyorduk. Ay gökten selam verdi bize, dalga geçer gibi…
Yaklaşan bir far gördükçe heyecanla yerimizden fırlıyor,
gelenin taksi harici herhangi bir şey olduğunu gördükçe hayal kırıklığı ile
yerimize oturuyorduk. Zaten zorla giden bir kamyonet ve eski püskü bir
motosikletten başka da bir şey geçmemişti. Korku dağları deliyordu. Sustuk. Beynimizdeki
tek şey buradan kurtulmaktı.
Epey sonra bir çift far daha gözüktü. Karanlıktan ne
olduğunu seçemedik. Önümüzde durduğunda gördük. Gelen siyah, son model,
Mercedes marka bir taksiydi… Arabaya biner binmez havaalanına da servis verip
vermediklerini sorduk. “Tabii” dedi adam “ buraya kimse trenle gelmez.” Havaalanına
kaça gittiklerini öğrenmek istedik. Ne kadar dedi hatırlamıyorum ama ikimizin
de o güne kadar duyduğu en ucuz fiyattı!
Merhaba,
YanıtlaSilBu bir hikaye mi yaşanmış gerçek olay mı? Gerisi var mı merak ettim. :)
Teşekkürler, sevgiler..
Merhaba,
YanıtlaSilGerçek bir hikaye :) Gerisini yazmadım ama yazarım belki bir gün :)