Bir çay koyuyorum kendime. Şöyle tavşan kanı, mis gibi.
Simitçi geçiyor sokaktan. Hemen alıyorum. Pek severim simit, beyaz peynir,
domates üçlüsünü. Hani bıraksan sadece bu üçlü ve yanına çayla ömür boyu
beslenebilecek kadar. Tabii işin latifesi bu ama keyif yani…
Henüz güne aymamış sokağımda sokak kedileri cirit atıyor bir
lokma ekmek bulmanın telaşında. Öyle herhangi bir sokak kedisi değil, bizim
sokağın kedileri onlar. Her gün buradalar. Hep aynı kediler. Sadıklar yani. Bir
de nankör derler kedilere. Nesi nankör? Senden benden sadıklar. Her gün
ittirilip kaktırılıyorlar ama vazgeçmeden, inatla benimsedikleri bu sokaktan
asla gitmiyorlar. İstemediklerine sevdirmiyorlar kendilerini, ondan nankör
deniyor onlara. Biz sevdiriyor muyuz? İstemediğim biri dokunsa patlatıveririm
şaplağı valla. Onlar da öyle patiliveriyorlar. Seviyorum bu hayvanları.
Karakterliler…
Tost makinesine koyduğum simit arası beyaz peynirin iştah
kabartan kokusu geliyor. Akmış peynir. Aktığı yerde de kızarmış. Bu koku beni
çocukluğuma götürüyor. Rahmetli anneannem alüminyumdan yapılmış kapaklı küçük
ızgarasında ekmek üstü beyaz peynir eritirdi bana. Kaşarlı da yapardı ama ben
beyaz peynirlisini severdim. O küçük ızgara evin demirbaşıydı. Bir kere
bozulduydu da anneannem hemen tamir ettirsin diye dedemin başının etini
yemişti. Dedem de yenisini almak için aynısından aramış ama artık gavur icadı
tost makineleri çıktığı için bu eski usul ızgaralardan bulamamıştı. Bu haberin
üstüne daha da kıymete binmişti ızgara.
Annem İstanbul’a gittiği ilk yıl beni anneannemlere
bırakmıştı. Ertesi sene beni yanına aldırıncaya kadar anneannem, dedem ve henüz
liseye giden dayımla sevgi dolu evi paylaşmıştık. Çok neşeli, sohbetli, güzel
bir kadındı anneannem. Süsü, güzeli çok severdi. Yaptığı yemekler lezzetli,
güzel olmalı, etrafındaki herkes güzel giyinmeliydi. Hayata bakışı güzeldi
kısaca. Evde günü olduğu zaman dayımla bana da bayram olurdu. Puf puf pişmiş
börekleri, enginar dolmaları, özenle ve sevgiyle pişmiş bilumum çeşit zeytinyağlıları,
hele de tavuk dolması da varsa mükellef kral sofralarından ziyade olurdu
soframız. Her zaman bol bol yapar, günden bize de birkaç gün yetecek kadar
artardı. Eli, gönlü boldu anneannemin. Nurlar içinde yatsın.
Dedem ise müstesna bir insandı. Az fakat öz konuşan,
hareketleri ile ailesine sevgisini, düşkünlüğünü sımsıcak aktarabilen bir
insandı. Kimseyi kırmamaya özen gösterirdi. Çok nadir sinirlenirdi. Anneannemi
çok sever, onca yıllık evliliklerinde her gün onu el üstünde tutardı. Bir gün
onu başının üstünden indirdiğini görmedim. Hayatı boyunca alışverişe
gitmemiştir anneannem. Dedem her gün eve fileler dolusu zerzevatla gelir,
peynir konusunda huysuz olduğu için anneannemi bakkala arabayla götürür, onu
arabadan indirmeden bıçak ucunda peynir tattırırdı. Avukat olan dedem bir gün
bile bunları yapmaktan yüksünmedi. Evinin huzuru, keyfi, neşesi onun için her
şeyden önemliydi. Kucağına oturtup benimle sohbet ederken hissettiğim sigara kokulu
nefesi esti şimdi burnuma. Ah, dedem…
Kimseyi üzmemek için hastalıklarını, rahatsızlıklarını
saklayan dedem, kendisine musallat olan öksürüğün sebebini anlamak üzere kendi
başına röntgen çektirmeye gitmiş bir gün. Doktor akciğerde bir leke gördüğünü
ve daha derin tetkik edilmesi gerektiğini söyleyince ancak haberimiz oldu
konudan. Gidilen doktorların vardığı sonuç dedemin akciğer kanseri olduğu idi.
İşin daha da kötüsü ameliyat edilemeyişiydi. Çekilen sintigrafinin sonucuna göre
kemiklere de az biraz sıçramıştı. Bütün bunları dedeme hissettirmeden yapmaya
çalışıyor, dedemin ciğerinde bir iltihap olduğunu söylüyorduk. Yüksek şeker
hastası olan anneanneme de söylemedik bir şey. Anneannem de dedemde ciddi bir
şey olmadığının inancında hala taleplerini iletmeye, o da elinden geldiğince
yapmaya çalışıyordu. İçim sızlıyordu onları öyle gördükçe…
Son bir umut, annem dedemi İngiltere’ye bir doktora götürdü.
O doktor da yapılacak fazla bir şeyin olmadığını ama birkaç seans
radyoterapinin yaşam kalitesi adına ona iyi geleceğini söyleyince hemen orada
radyoterapiye başladılar. Dedem İngiltere’deyken kendi hastalıkları ile boğuşan
anneannemin bir gün aniden tansiyonu aşırı düşmüş, dayımlar onu apar topar
hastaneye götürmüşler. Doktorlar anneannemin durumunun iyi olmadığını ve her
ihtimale karşı sevenlerini çağırmalarını söylemiş. Annem dedemi alıp hemen
döndü; İstanbul’a uğramadan direk İzmir’e geçti. Bende onlarla İzmir uçağında
buluştum. Uçakta dedemle karşılaştığımızda dedemin sorduğu ilk soru “ yaşıyor
değil mi? “ oldu. Gözlerindeki korkuyu gördüm o an. Göz nuru kekliğinin (dedem
anneanneme keklik diye hitap ederdi) ondan uzak olduğu bir sırada bu dünyaya
göz yumma ihtimali onu perişan etmişti. Hem kendi hastalığı hem de bu son
haberden sonra çökmüştü dedem. ”Yaşıyor, yaşıyor, merak etme “ dedikten sonra
rahatlamıştı biraz.
O ameliyatı başarıyla atlattı anneannem. Günlerce komada
kaldıktan sonra dünyaya tekrar gözlerini açtı. İlk sorduğu soru ise “ Ahmet
nerede? “ oldu. Dedem ise artık o günlerde ağrısından uyuyamıyor, bütün geceyi
ayakta geçiriyordu. Kendiliğinden koltuk üzerinde sızdığı zamanlar biraz uyusun
diye evde çıt çıkarmıyor, hepimiz mutfağa kapanıyorduk. Her gün “iyi mi? “ diye
anneannemi soruyor ama asla hastaneye onu ziyarete gitmek istemiyordu.
Anneannem ise her gün hevesle Ahmet’ini bekliyor, o gelmedikçe morali
bozuluyordu. Sonunda “her gün seni soruyor, gitmemek olmaz” diyerek zorla da
olsa götürdük. Yarım saat sonra “ağrım var” diyerek eve dönmek istedi.
Neden anneannemi görmeye gitmek istemedi, bu gün hala
bilmiyorum. İlk düşüncem kendi ağrısı, sızısı o kadar fazlaydı ki hayatı
boyunca kendi önünde tuttuğu anneannemi gözü görmedi bile oldu. Belki de bir
kraliçe gibi yaşattığı anneanneme içten içe de öfke doluydu kim bilir? Bu gün
ise farklı düşünüyorum. Belki de göz nuru, canından öte sevdiği karısının o
halini görmek istemedi. Hayalinde onu hep eski neşeli, güzel haliyle tutmak
istedi. Hangisi doğru bilemiyorum.
Sonunda anneannem hastaneden çıkıp eve geldi. Dedemin
tedavisi sürdüğü için annem onları İstanbul’a getirdi. Her ne kadar
hastalığını hala dedeme söylemiyorduysak da dedem hissediyordu. “İnsanın yaşı
kaç olursa olsun, insan ölümden korkuyor.” demişti bir dede-torun sohbetimizde.
“ Hala kendini genç sanıyor, hala hayaller kuruyor insan. “ Ne diyeceğimi
bilememiş ama çok hüzünlenmiştim. O gün ne demek istediğini tam anlamamıştım
belki ama bu gün çok iyi anlıyorum. İnsanoğlu hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor.
Öyle olması da gerek zaten. Bedenen ölmeden ruhunu öldürürse insan, nefes alıp
vermiş ne fayda?
Sanırım Kasım ayında geçmişti bu konuşma. Ertesi senenin 30
Ocağında göçtü bu dünyadan dedem. Kekliği yanındaydı. Akciğer kanserinin insanı
acıdan kıvrandıran son evresine gelmeden bu hayata veda edişinde teselli
bulabildik ancak. Annemin İstanbul’a yanına aldığı anneannem ise aynı senenin 7
Eylülünde, kendisine yakışır vaziyette, bir gün önce kuaföre gitmiş, saçları
boyalı, elleri yapılı gitti dedemin yanına. Dedemin vefatından sonra çıktığı, çok sevdiği İzmir’deki evine cenazesi dönebildi maalesef. Hep içimde uktedir bu
durum. Annem daha iyi bakarım diye son derece iyi niyetiyle yanına almıştı ama
evinde daha mı rahat ederdi diye hala düşünürüm zaman zaman. Dedemden ayrı
olduğu yedi ay boyunca Ahmet’ini bir gün düşürmedi dilinden. Gündüzleri
oyalanırdı ama akşam saatleri hüzün çökerdi. Hissederdim. Bazen dile getirir, bazen
getirmezdi ama gözleri hep ele verirdi hüznünü. Özlerdi onu çok. Kumrular gibi
geçmiş bir elli küsür yıldan sonra kim özlemezdi ki? Dayanamadı zaten, koşa
koşa gitti yanına. Kavuştular en nihayet.
Kızarmış beyaz peynir kokusundan nerelere geldim. Olsun iyi
ki geldim. Hayatımın en güzel yılını bana yaşatan anneannemle dedemi andım bu
vesile ile. Sımsıcak oldu içim. Varlıklarını hep özlüyor, onlarla uzun zaman
geçirme imkânına sahip olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bu günkü
kişiliğimin onların da ektiği tohumlar sayesinde olduğunun bilincinde onlara en
derin sevgilerimi ve teşekkürlerimi yolluyorum. Ruhları şâd olsun…
Çok duygu yüklü bir yazı. Güzel insanların varlığı hayata renk katıyor. Sevgilerimle... TÜLİN
YanıtlaSilÖykü boyunca anneannemi ve dedemi yaşadım. Anımsamak güzeldi. Bize kattıkları ve bizde yaşayan yönleri..
YanıtlaSil*Ayma*k sözcüğünü ilk fark ediyorum, güzel bir sözcük, şiirselliği var, bir müziği barındırıyor..
Yüreğine, duyguna, kalemine sağlık Yasemin Hanım.
Ziya Şeker