Yorgunum… Öylesine yorgunum ki, bu güzel manzaranın tadını bile
çıkaramıyorum. Ne o rengârenk renkleriyle yan yana dizilmiş kayıkların
yarattığı ahengi, ne de batan güneşin yeryüzünü boyayan hüzünlü kızıllığını
görecek halim var. Her zaman ruhuma tatlı bir yaşam şarkısı söyleyen bu
manzara, bu sefer güzel sözler fısıldamıyor kulağıma.
Doğup büyüdüğüm topraklar üzerinde bitmek tükenmek bilmeyen bu
matem yordu beni. Geçen yıllar içinde, gencecik yaşlarında, şehit olarak, depremzede
olarak, çapulcu olarak, madenci olarak yitip giden canların tüm ağırlığı
üzerimde. Sürekli üzülmekten, ağlamaktan ama bir şey yapamamanın yarattığı
çaresizlikten yorgunum. Suçlu hissetmekten yorgunum…
Üşüyorum… Coşkulu bahar güneşi bile ısıtamıyor ruhumu. Oysa akşam,
ne güzel sermiş kızıl battaniyesini kararan denize. Aynı battaniyeye sarınıp
ısınabilmek için ruhlarda dinginlik ezgisi olmalı. Laciverte dönmüş, gökyüzünün
süsleri gibi duran bembeyaz bulutlar yüreğimin katmanları arasından geçerken
kararıyor. Onlar beni beyaza boyaması gerekirken, ben onları siyaha
boyuyorum. Sahile ahenkli bir melodiyle çarpan küçük dalgalar, azgın dev
dalgalar halinde patlayarak vuruyor yüreğimin sahiline. Bazen öyle yükseliyorlar
ki, beni de içlerine alıp yutacaklarını hissediyorum.
“Sakin ol, sakin ol, yitirme kendini” diyorum kendime
manzarayı seyrederken. “Güzelliğe odaklan, kayıkların yan yana dizilişlerindeki
ahenge odaklan, denizden ekmek parasını çıkarmış balıkçıların keyifle eve
dönüşlerine, keyiflerindeki yorgunluğa odaklan.” Olmuyor işte… Birbirine benzer
kayıkların yan yana dizilişleri, Soma maden faciasında, eve bir lokma ekmek
götürebilmek adına hayatını kaybetmiş yüzlerce maden işçisinin yan yana
kazılmış mezarlarını hatırlatıyor bana. İsimleri farklı ama birbirine benzer
hayatlar… Aynı kayıklar gibi. Şekli şemaili benzer, dışları farklı boyanmış ama
içleri illa mavi boyalı kayıklar. Belki mavi, balıkçılar için bereket demek,
belki umut, belki de denize bir dost eli uzatmanın bir nişanesi… Bilmiyorum.
Kesinlikle bir anlamı var bu mavinin. Hepsini ortak bir düşünce ya da değerde
buluşturan bir şey olmalı. Madencilerin mezar kayıklarının içi ise kara…
En çok da kayıkların başlarına takılmış Türk bayrakları
hüzünlendiriyor beni. Denizcilikte bir kural olan, hangi ülkeye aitsen onun
bayrağını takma zorunluluğu kayıklar içinde geçerli mi bilmiyorum. Gemiler,
yatlar, kotralar kendi ülkelerinin kocaman bayraklarını asarlar, bir de başka
bir ülkenin karasularından geçiyorlarsa o ülkenin de bayrağını asmak
zorunluluktur. Bunları bilmeme rağmen hafif bir rüzgâr estikçe nazlı nazlı
sallanan bu küçük Türk bayraklarından hüzün akıyor bana. Tutkuyla bağlanılmış,
gururla taşınmış Türk kimliğinin izlerini taşıyorlar sanki. Gittikçe yok
edilmeye çalışılan bu gurur, geride kalmış bir anı gibi acıtarak çarpıyor
ruhuma. Ana sıcaklığında sarması gerekirken bayraklar, sadece bir süs gibi
duruyor kayıkların üstünde.
Biraz huzur bulmak umuduyla geldiğim bu sahilden daha da
yorgun ayrılıyorum. İçimde patlayan dalgalar sakinlemiyor bir türlü. Büyük bir fırtına habercisi gibi gittikçe yükseliyor boyları.
Kulakları sağır eden bir gürültüyle yutuluyorum. Yok oluyorum, yok oluyoruz
ufukta kaybolan denizde…
Güneş batıyor. Uçsuz bucaksız bir karanlık selamlıyor geceyi…