Bu sabah bir arkadaşım Amerikalıların coğrafya bilgisinin ne
kadar zayıf olduğunu anlatan bir makale paylaşmış Facebook’ta. Görür görmez
beynimde 16 yaşında gittiğim Amerika anılarım canlandı. Anıların içinde
dolaşırken o yıl öğrendiğim bir şeyi de hatırladım.
Öğrenci değişim programı sayesinde sınıfımızın en çalışkanı
ve benim o yıllardaki kankam Hesna, biz Lise 2’ye giderken, o Amerika’da bir
okula Lise 3’e gitmek üzere seçilmişti. Bir sene hasret dolu mektuplarla
geçtikten sonra onun mezuniyet törenine katılmak üzere, hayatımda ilk defa
Amerika’ya gitmiştim. Orada okullar bizden daha geç kapandığı için, ben onların
okulunun son bir ayına yetişmiştim. Her gün Hesna ile okula giderdim. Okul
yönetimi beni misafir öğrenci olarak kabul etmiş, derslere ve sınavlara diğer
öğrenciler gibi girmemi istemişti. Onlardan bir sene geride olmama rağmen
girdiğim İngilizce ve Kimya sınavlarının bana çok kolay geldiğini ve
öğretmenlerin sınav kağıdımın üzerine Türkiye’den gelmiş bir öğrencinin bu kadar
başarılı olduğu için şaşırdıklarını ve hayatta bana başarılar dileklerini
yazdıklarını hatırlıyorum. Not mot yoktu tabii sınavların üzerinde ama
sınıftaki çoğu öğrenciden daha iyiydi sınav kağıdım. İlk o zaman okulum Üsküdar
Amerikan Kız Koleji’nin kıymetini anlamıştım.
Okula ilk gittiğimiz gün, biraz da bilmediğim bir yerin
verdiği ürkeklikle arkadaşımın koluna girdiğimde, elektrik çarpmış gibi kolunu
çekmişti Hesna. Halbuki o yıllarda kız kıza, kol kola gezmek çok normal bir şeydi
ülkemde. “ Sakın koluma girme, bizi lezbiyen sanarlar “ demişti. Lezbiyen? O
zamana kadar hayatımda duymadığım bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyordum
bile. Böylece kelime dağarcığıma “ lezbiyen” kelimesini de eklemiş oldum. Gene
aldığım kültürle, ilk defa gittiğim bir yere düzgün giyinmek gerektiğini
düşündüğümden, güzel bir elbise giymiş, annemlerin bana o sene hediye ettikleri
minik altın küpe ve mineli yüzüğümle kendimi süslemiştim. Arkadaşım beni
arkadaşlarına tanıştırdığında ilk gelen yorum “ siz çok zenginsiniz herhalde “
oldu. Sonradan Hesna’nın bana söylediğine göre altın küpe takmak zenginlik
belirtisiymiş oralarda. Tabii hemen çıkarıldı küpeler ama akıllarda kalmış
olmalı ki bir tanesi bana bir gün “ sizin kaç deveniz var? “ diye sordu! Ben “İngilizcem
mi yetmiyor acaba soruyu anlamaya?” diye hayıflanırken sadece “ pardon? “
diyebilmiştim.” Siz ulaşımınızı develerle sağlamıyor musunuz? “ diye açıkladı
kız. Şaşkınlıkla “ nereden çıktı bu? “ deyince de “ Arabistan’da ulaşım
develerle yapılıyormuş “ diye cevaplamıştı kızcağız. Ben Türkiye’nin Arabistan’ta
olmadığını, zaten Arabistan’ta bile insanların artık deveyle ulaşım
yapmadıklarını anlatmaya çalışırken Hesna kolumdan çekmişti. “ Boşver anlatma,
anlamıyorlar. Ben bir senedir anlatıp duruyorum. “
Dikkatimi çeken diğer bir olay ise, Hesna’nın beni
yerleştirdiği gene aynı okulda okuyan bir öğrencinin evine hiç gazete
alınmayışıydı. Gazete nevinden günlük kasaba haberlerini yazan 3-4 sayfalık bir
gazetecik vardı evde sadece. Sanırım bedava dağıtılıyordu. O yıllarda
bilgisayar devasa boyutları ile sadece bazı şirketlerin kullanımında olduğundan
her eve en az 1-2 gazete alındığı yıllardı. En azından bizim evde öyleydi. Her
sabah gazete okumak bir alışkanlık haline geldiğinden 1 ay kaldığım Amerika’da
gazetenin eksikliğini ciddi ciddi hissetmiştim. Televizyonda ise bir sürü kanal
olmasına rağmen hane halkının seçimi ile bağlıydım. O süreç içinde ülkemden ve
dünyadan uzak kasabanın sınırları ile sınırlı bir dünyam oldu. Kasabanın boyutu
kadar bir dünya içinde yaşayıp gidiyorlardı insanlar. Fazla bir şey
sorgulamadan, gündelik hayatın içinde yuvarlanarak.
Buna benzer anlatabileceğim birçok olay başıma gelirken, bir
gün sınıfta pembe yanaklı, uzun boylu bir çocuk geldi yanıma. Adının Mark
olduğunu öğrendiğim çocuk, kendini tanıttıktan sonra “ siz hala cumhurbaşkanınızı
seçemediniz mi? “ diye sorunca günlerdir gelen aptalca soruların ardından
Türkiye’nin gerçek gündemine ait bir soru duymak beni iyice afallatmıştı. O
sene ben Amerika’ya doğru yola çıktığımda hala cumhurbaşkanı oylamaları
sürüyor, bilmem kaçıncı tura rağmen sonuca bir türlü ulaşılamıyordu. Açıkçası o
yaşlarda son derece apolitik bir genç olduğumdan detayları da fazla
bilmiyordum. “ Sen nereden biliyorsun? “ diye sorduğumda “ ben gazeteci olmak
istiyorum, haberleri çok sıkı takip ediyorum “ demişti Mark Klein. O günden
sonra Mark’a özel bir hayranlık beslediğimi de itiraf etmeliyim.
O gün okuldan eve geldiğimde “ sürüyü bir çoban güdüyor,
demek ki Amerika bu sürünün içinden çoban olmak isteyenlerle ayakta duruyor “
diye düşündüğümü hatırlıyorum. “Sürüyü fazla bilgilendirmeye gelmez yoksa
herkes çoban olmak ister ortalık karışır. Gerçekten çoban olmak isteyenlerin
içinden çoban olabilecek yeteneğe sahip olanların yolunu açarak, sürüye de
yeterince ot vererek büyük güç oluyor” gibi bir düşünce geçmişti aklımdan. Hayatta
aldığım en önemli derslerden biriydi. Tabii o zaman, olumlu anlamda bir dersti
bu benim için. Hayatta bir şey olmak istiyorsam, bana verilenlerle yetinmeyip
daha çok araştırmalı, öğrenmeli ve çok çalışmalıydım. Sürüden biri değil,
çobanların arasında olmalıydım.
Bu gün Facebook’ta ki paylaşımı görünceye kadar unutmuştum
bunları. O paylaşım sayesinde geriye dönüp o günleri hatırladım. Mark Klein
sayesinde öğrendiğim Amerika'nın çoban –sürü politikası ise çok tanıdık geldi birden
bire. Nedense?!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder