Dün,
babamların uçağı akşam olduğu için, sabah güzel bir kahvaltı ve bavulların
toplanmasından sonra, sohbet edecek epey vaktimiz kalıyor. 78 yaşında olan
babam, geldiğinden beri , sağlam ve genç görüntüsüne rağmen, geçirdiği kalp
krizi, damarlarındaki stentler ve her sabah bir yeri ağrıyarak uyanmasından dem
vurarak, bu ziyaretin belki de son ziyareti olduğunu söylüyor habire. Hatta bu
sefer gelirken elinde bana ait ne varsa, doğum belgesi vs , yanında getirip
bana teslim etti. İnsanın içini bir hüzün ve endişe kaplıyor…
Bu psikolojiyle, babam anılarını anlatırken can kulak dinliyorum. Dedem de hayatının
son dönemlerinde sık sık anılarını anlatırdı. Bu yaşlarda gelen, hayatta bir iz
bırakma arzusu sanırım. Bunca yıldır az görüşebilmiş olmaktan olsa gerek,
onun geçmişi hakkında çok da fazla bir şey bilmediğimi anlıyorum. 2. Dünya
Savaşı’nı,25 yaşında nasıl olup da Türkiye’ye çalışmaya geldiğini, ilk izlenimlerini,
yaptığı işleri anlatıyor. Savaş sırasında sağ ve sollarındaki evlerin
bombalanıp yıkıldığını ve tesadüf eseri kendi evlerine bomba isabet etmediğini,
10 yaşındaki erkek çocukların Hitler’in ordusuna yetiştirilmek üzere alındığını
ancak tam kendisi 10 yaşına geldiğinde savaşın bittiğini ve o yıllarda bu
orduya katılamadığı için üzüldüğünü söylüyor. “ Çocuk aklımla, mahalledeki
diğer çocukların giydikleri üniformalardan etkilenmiştim “ diyor. Hatta en büyük amcam, o yıllarda kafasına
isabet eden bir şarapnel parçası yüzünden bu gün hala bir bakımevinde yaşıyor. 7
kardeşli, fakir bir aileden gelen babam, Almanya’nın 1955 yıllarında hala 1945
yılında biten 2. Dünya Savaşı’nın izlerini taşıdığını anlattı. “Hala yıkılmış
evler duruyordu, fakirler daha fakir, zenginler daha zengindi” dedi. O yıllarda
Almanya’da , bu gün hala var olan , kendi kasabasının tüm gençlerinin çalıştığı
Opel fabrikasında çalışmaya başlıyor ama para az, iş ağır, mutlu değil özetle.
Bir tesadüf sonucu, bildiği çat pat İngilizce sayesinde Almanya’daki Amerikan
üssünde iş buluyor. Derken Türkiye’de çalışacak insanlar arıyorlar. Parası ve
imkanları çok iyi olan bu işe, ailenin en büyük çocuğu olarak, aileye de gelir
sağlamak amacıyla, fazla düşünmeden başvuruyor, Türkiye hakkında hiçbir bilgisi
olmadan. “Yapamazsın oğlum, el yerler oralar
“ diyerek dedem karşı çıkıyor. Kendi köyünden ömrü boyunca dışarı adım atmamış
dedem bildiğinden değil, sadece oğlunu yaban ellere göndermek istemiyor
sanırım. Merkez Ankara olduğundan, ilk Ankara’ya gidiyor. Ancak Kurban bayramı
tatili olduğundan dört gün , hakkında hiçbir şey bilmediği bu ülkede , cebinde
beş parasız, kurban kokuları arasında tek başına geçiriyor. O gün bu gündür
kuzu eti yemez babam. İlk defa orada “ben ne yaptım?” diye geçiriyor aklından.
Ancak yola çıkmış bir kere, geri dönüş yok. Sonunda İzmir’e tayini çıkıyor.
İzmir’i seviyor. Zaman içinde annemle tanışıyor, evleniyorlar ve ben doğuyorum.
Babamın tek çocuğu… “Başka çocuklarımda olsun isterdim ama olmadı işte “ dedi
anlatırken. İçim burkuluyor. Tek çocuğu ben ve o da uzaklarda. Sene de bir kere
görüşebildiği, hayatının kıyısında durduğu bir kızı var babamın… Torunu
olmasından mutlu, ben de ona en azından bu keyfi yaşatabildiğim için mutluyum.
Soruyorum. “
Türkiye’ye gelmeseydin, hayatının alacağı şekli hiç düşündün mü? Memnun musun
yaptığın seçimlerden? “ “Düşündüm tabii” diyor. “Aslında gelmeyebilirdim, o
tarihte başka bir iş teklifi de vardı ama onu kabul etmedim “ dedi. Sonra
gülerek “ o zaman ki kız arkadaşım, başka bir şehirde olan Volkswagen firmasına
çalışmaya gitmemi istemedi. Ben de gitmedim” diye ekledi. Bir kadın bütün hayatının akışını
değiştirmişti babamın. Aşk nelere kadirdi. Belli ki babamın hayatında önemli
bir yeri olan bu kadının onu başka şehre yollamazken nasıl olup da başka bir
ülkeye yolcu ettiğini anlamaya çalışıyorum. Babam “bu karardan önce ilişkimiz
bitmişti, hatta başka bir ülkede yalnızlık zor olduğundan o sıralar beraber
olduğum , şu anda adını bile hatırlamadığım başka bir kadınla nişanlanmıştım”
diyor. “Aşk değil, yalnızlık korkusuydu bana bu adımı attıran” diye ekliyor.
Adını bile hatırlamadığından belli, izi kalmamış nişanlının. Ama onu başka
şehre yollamayan kız arkadaşının ismi dahil, tüm detaylarını hatırlıyor. Aşk
ve evliliğin birbirinin içinde olması gerekirken, nasıl da birbirlerine uzak
düştüklerini görüyorum bir kere daha. Fakat zaman içinde nişanlısının asla bu
yabancı ülkeye gelmek istemediğini anlıyor ve ondan da ayrılıyor. Onları ayıran
annem değil yani… “ Kismet, her şey kismet “ diyor Türkçe, ı harfini
söylemediğinden i harfiyle.
Genel olarak
geriye baktığında bu seçimi yapmış olmaktan mutlu olduğunu söylüyor. Bir çok
farklı kültürü tanıma fırsatını elde ettiğini, bu sayede Almanların çoğunun
sahip olduğu dar görüş açısından kurtulduğunu, dünyanın nimetlerini tatma
şansına sahip olduğunu ifade ediyor. Sonra dönüp dolaşıp memleketine döndüğünde,
şu anki hanımını, benim dünya tatlısı üvey annemle tanışıp evlenmiş olmaktan da
mutlu. Ah! bir de çocukları olsaydı… Her şey tam olacaktı ama hayatta ne her
zaman tam oluyor ki?!
Havaalanına
giderken hanımına “iyi bak etrafına, belki de son görüşümüz, seneye gelebilir
miyiz bakalım” diyor. “Seneye” diyorum “ muhakkak bekliyorum, daha güzel bir
mevsimde gelin ama. Biz de geliriz. Zaten 2015 yılında senin 80 yaş partinde
kesinlikle oradayız , bekle bizi” diyorum. “ İnşallah “ diyor. “İnşallah”
diyorum “inşallah”…
Eski ve yeni bir hikaye.. okumaya doyamadim.. ♥ (masal vari)
YanıtlaSil